zaman geçiyor.
saati bilmeyerek uyandım. sorumluluklarımı unutarak. güzel bir pazar günü yaşamak istedim. bulutlar çok güzel şekillere büründüler ve narenciye ağaçlarımızı izledim. kuvvetli rüzgarlar esti, çanları dinledim.
30 Ekim 2016 Pazar
16 Ekim 2016 Pazar
flower walks with a flower/ islander #3
taşındım taşınalı aynı yolu gidip geliyorum her gün. bazen dört defa görüyorum aynı yeri, bazen gözlerimi değil ruhumu kapatıp gittiğimden ilgimi çekmiyor hiçbiri. çiçek elinde çiçekle yürüyor.
erken bir saatte alarmın sesine gözlerimi açıyorum. pencereler açık yattık, üşüyorum ve örtünün altına saklanıyorum. bir saat geçiyor. artık yatıp uyumak için lüksüm kalmamış oluyor. askıya uzanıyorum ve toz pembe hırkamı üzerime geçiriyorum. hava halen daha çok soğuk.
kahvaltıya olan hislerimi sorguluyorum. yutkunamıyorum sabahları, o yüzden b12 hapını da içemiyorum. mutfakta sandalyeme yerleştim, belki güzel bir soundtrack açtım, ayılmayı bekleyeceğim. genelde interstellar veya the assassination of the jesse james by the coward robert ford oluyor. çok iyi haldeysem izlandik indie. şarkıyı söyleyeceğim ama sesim kesik kesik. bunalıyorum ve suyu kaynatıyorum. çay için değil, yulaf. bir kere çay yapayım dedim de, içmeyi unuttum.
kendimi zorlaya zorlaya da olsa kahvaltıyı bitiriyorum. uyuduğum zaman beni acele ettirdi. yatağımı toplayamadan gitmek zorundayım. öğünlerimi çantaya atıp çıkıyorum. hava serin.
acaba incecik tişörtle çıktığım için pişman olacak mıyım diye düşünürken bir yandan kapıyı kilitliyorum. hayır, hava sıcak. evden dümdüz aşağı iniyorum. çok güzel kokulu çiçekler döken bir ağaç var. döktüğü en taze çiçeği yerden alıyor ve yoluma onu arada koklayarak devam ediyorum.
yolun uzun gelmesinden korkuyorum. bazen çabucak bitiyor, bazen adımlarımın acısını hissediyorum. yaşadığım psikolojik gerginlikler yolun sonuna yakın üstüme çöküyor kimi gün. rahatla, rahatla, rahatla. bunları kendine tekrarla. gerilecek hiçbir şeyin yok. yok!
saatlerim geçiyor okulda. ne yaptığımı ve düşündüğümü takip edemiyorum. üç karakteri düşünüyorum, robert ford'da duruyorum. robert ford hayali değil, ama sayacağım onu da, çünkü özdeşleşmişiz. değişik. değişmiş. hayatımda yeni insanlar olmuş. öyle şeyler işte.
eve döneceğim. hava sıcak değil, hava çok sıcak. ensemin terlemeye başladığını hissediyorum. kıyafetlerimi üstümden atmak ve uyumak gibi hedeflerim var. yürü yürü yürü, dakikalarım yine hızla akmaya başlıyor. başka yoldan dönüyorum eve, arkadaşımı otobüse kadar yolcu ettikten sonra. o yolda o çiçekleri döken ağaçtan bir sürü var. ve daha çok çiçek döküyorlar. bazen yerden bir değil, iki tane alıyorum.
girne'nin, çatalköy'ün gün batımlarını özlemeye o an başlıyorum. geldiğimden beri bir defa büyülendim, o da yarım yamalaktı, gerçi büyülenmenin yarım yamalağı olur mu, düşündürücü. kalabalık yollardan karşıya geçiyorum ve artık eve yaklaştım. adımlarım daha kolay geliyor. evi görünce neredeyse koşacağım. kapıyı açıyorum ve ilk işim çiçekleri sehpanın üzerindeki kaseye bırakmak.
benden bu kadar.
ekimin ortasındaki sıcağa anlam vermeye çalışarak uyumak, akşam uyanınca vaktinden gittiğine üzülmek.
ertesi sabah yine yerden çiçek almak. bu kadar basit, bu kadar sıcak.
erken bir saatte alarmın sesine gözlerimi açıyorum. pencereler açık yattık, üşüyorum ve örtünün altına saklanıyorum. bir saat geçiyor. artık yatıp uyumak için lüksüm kalmamış oluyor. askıya uzanıyorum ve toz pembe hırkamı üzerime geçiriyorum. hava halen daha çok soğuk.
kahvaltıya olan hislerimi sorguluyorum. yutkunamıyorum sabahları, o yüzden b12 hapını da içemiyorum. mutfakta sandalyeme yerleştim, belki güzel bir soundtrack açtım, ayılmayı bekleyeceğim. genelde interstellar veya the assassination of the jesse james by the coward robert ford oluyor. çok iyi haldeysem izlandik indie. şarkıyı söyleyeceğim ama sesim kesik kesik. bunalıyorum ve suyu kaynatıyorum. çay için değil, yulaf. bir kere çay yapayım dedim de, içmeyi unuttum.
kendimi zorlaya zorlaya da olsa kahvaltıyı bitiriyorum. uyuduğum zaman beni acele ettirdi. yatağımı toplayamadan gitmek zorundayım. öğünlerimi çantaya atıp çıkıyorum. hava serin.
acaba incecik tişörtle çıktığım için pişman olacak mıyım diye düşünürken bir yandan kapıyı kilitliyorum. hayır, hava sıcak. evden dümdüz aşağı iniyorum. çok güzel kokulu çiçekler döken bir ağaç var. döktüğü en taze çiçeği yerden alıyor ve yoluma onu arada koklayarak devam ediyorum.
yolun uzun gelmesinden korkuyorum. bazen çabucak bitiyor, bazen adımlarımın acısını hissediyorum. yaşadığım psikolojik gerginlikler yolun sonuna yakın üstüme çöküyor kimi gün. rahatla, rahatla, rahatla. bunları kendine tekrarla. gerilecek hiçbir şeyin yok. yok!
saatlerim geçiyor okulda. ne yaptığımı ve düşündüğümü takip edemiyorum. üç karakteri düşünüyorum, robert ford'da duruyorum. robert ford hayali değil, ama sayacağım onu da, çünkü özdeşleşmişiz. değişik. değişmiş. hayatımda yeni insanlar olmuş. öyle şeyler işte.
eve döneceğim. hava sıcak değil, hava çok sıcak. ensemin terlemeye başladığını hissediyorum. kıyafetlerimi üstümden atmak ve uyumak gibi hedeflerim var. yürü yürü yürü, dakikalarım yine hızla akmaya başlıyor. başka yoldan dönüyorum eve, arkadaşımı otobüse kadar yolcu ettikten sonra. o yolda o çiçekleri döken ağaçtan bir sürü var. ve daha çok çiçek döküyorlar. bazen yerden bir değil, iki tane alıyorum.
girne'nin, çatalköy'ün gün batımlarını özlemeye o an başlıyorum. geldiğimden beri bir defa büyülendim, o da yarım yamalaktı, gerçi büyülenmenin yarım yamalağı olur mu, düşündürücü. kalabalık yollardan karşıya geçiyorum ve artık eve yaklaştım. adımlarım daha kolay geliyor. evi görünce neredeyse koşacağım. kapıyı açıyorum ve ilk işim çiçekleri sehpanın üzerindeki kaseye bırakmak.
benden bu kadar.
ekimin ortasındaki sıcağa anlam vermeye çalışarak uyumak, akşam uyanınca vaktinden gittiğine üzülmek.
ertesi sabah yine yerden çiçek almak. bu kadar basit, bu kadar sıcak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)