30 Aralık 2015 Çarşamba

Sonsuzluk

Doğum günüme elli dört dakika kalmış. Yılımı özetlemek için elli dört dakika veriyorum kendime. Bu sene en çok varoluş, ruh, yükseliş, umut, sonsuzluk ve çiçek kelimelerini sevdim. Sevdiğim insanlar hepiniz birer çiçeksiniz.

Kötü bir seneydi diye yazıyorum, taslağa kaydediyorum hep. Cidden kötüydü sanırım. Ağlamak, korkudan gelen karp çarpıntıları ve şuan ölümü kabulleniyorum, hemen ölebilirim diye düşünmek gibi olaylar ile geçti. Hiçbiri gelecekle ilgili değildi. Anın içerikleriydiler. Bazen güneş doğdu, yeniliği kabullendim.

Güneşin ısısını çekti kemiklerim ve bulutları izledim. Gün batımlarını izledim. Çok değildi erken uyandığım, ya da bakmaya vaktimin olduğu ama gün doğumlarını da izledim. Yolculuklara atıldım ve yolculuklar bitti. Aradığım aşk bu mu yoksa dedim ama hiçbir zaman değildi, aşk değildi.

Az biraz kısa bir dönem sevgilim olan insandan ötürü Fransızca öğrendim. Sonra asıl sevgilim olan Blixa Bargeld'i Einstürzende Neubauten ile kulaklığımdan, Almanca'ya heves ettim. En sevdiğim Almanca kelime blume oldu, çiçek demek olduğunu sonralardan fark ettim.

Bolca Nick Cave dinledim. Bad Seeds ile, The Birthday Party ile, Grinderman ile dinledim, dinledim ve dinledim. Yazdıkları beni hep hayrete, hayranlıklar içerisine düşürdü. Pek kitap okuyamadım bu sene, ne okuuğum bile hafızamda değil, en sevdiğim yazar Cormac McCarthy imiş onu anladım.

Sığınmayı akıl ettim. Tüm hüznün içerisinde sığınacak insanlar, filmler, diziler buldum. Üzüldüğüm, üzüntümden ağladığım sıralarda hep gitmeyi düşledim. Şuraya gelip arada ben gidiyorum yazmayı düşünürken gülümsediğim şeyler çok oldu.

En sevdiğim kelimelerden biri ruh olmuştu ya hani, biz onunla anlaşmaya karar verdik. Bedenim ve ruhum. Gülecektik, ağlayacaktık. İyi ya da kötü düşüncelerimiz içimizde ölmeyecektik. Belki açık ve net, belki üstü kapalı şekilde güzelliği taktir ettim.

İçime Howard Shore'un Yüzüklerin Efendisi soundtracklarını çekerken, ruhum Florence Welch diye nefesini bıraktı.

2016'dan, on sekizinci yaşımdan hiçbir beklentim yok. Hem de hiç. İmkanlarım ve isteklerim çerçevesinde yaşamak, harekete geçmek... Zaten beş, on dakika maksimum, düşündüğümde hayatım müthiş geliyor. Minnet duyguları içerisindeyim. Ailem, arkadaşlarım, kurgu, hayal dünyası derken şükretmek için bir an istiyorum.

meowntain:

Lake Tekapo (by deco_o)

Doğum günüme otuz yedi dakika var.

10 Aralık 2015 Perşembe

Süs Bitkisi Zehra

Eskiden hiç bizim bahçeye, araziye falan inmezdim. Korkutucu bir yer olarak gözükürdü gözüme, babam da hep bir şeyler ekerdi, dikkat etmeyip bir şeylere zarar veririm diye ekstra kendime sebep çıkartırdım. İki sene evvel mi ne, fotoğraf çekmeye merak saldım. Öyle profesyonel bir şey değil canım, telefon yahu. Sonuç olarak pek çok akşamüstünü aşağıya inerek geçirmeye başladım. Aynı yerden gün batımı fotoğraflarım.

Bizim ev denize yürüme mesafesiyle beş dakika bile değil lakin hiç oradan fotoğraf atmamışım, onu fark ettim. Geçen gün gün batımı denizin üstünden çok tatlı görünüyordu, babam bahçedeydi yürüyebilir miyim diye sordum. Yürümesen daha iyi, dedi çünkü köpeklerden biraz tırstığımı bilir, aslında genel anlamda oksijen içine çeken her şeyden tırstığımı bilir. Tamam, ama başka zaman beni götüreceksin dedim. Anlaştık işte öyle.

Annemle beraber babamı tamirciye götürecektik, yolda ona anlaşmamızı hatırlattım dün, gün batımından sonraydı. Adam dayanamadı ve söylemeye başladı: Babam sen süs bitkisi oldun! Hep evdesin, hep evdesin, d vitamini almıyorsun, bahçeye gündüz inmiyorsun, sen nesin, süs bitkisi mi? Öyle böyle derkeeen bugün sonunda gündüz indim. Benim gündüzüm saat iki buçuk üç bu arada, ne yapayım uyanamıyorum bir türlü (insomnia sonrası sabahlar işkence). Tur attım sonra oturdum toprağa, yüzümü güneşe döndüm. Yanıma telefonumu almadım, bir kitap ya da hiçbir şey. Oturdum öylece, dizlerimi karnıma çektim, ne kadar süre bilmiyorum, çok olmasa gerek ama dinledim. Nar ağaçları, zeytin ağacı, çiçekler, biberler, güneş derken insan sessizlik beklentisinde oluyor belki. Ama öyle değil. Uzaktan arabanın sesini yine duyuyorsun, inşaatların sesini, insan telaşını duyuyorsun.

Umutsuzluk yok, yine kuş sesi var. Köpeklerin sesi var, kimisi duymasa dahi çiçeklerin sesi var.



(Botnsvatn, İzlanda. Fotoğraflar: Kristina Petrosiute)

1 Aralık 2015 Salı

Into My Arms

If we had a song, what would it be? diye düşünüyorum dün gece, aniden öylesine. Sonra kararımı verdim, Nick Cave & The Bad Seeds- Into My Arms. Çünkü bence dünyanın en romantik şarkısı. Nick'in, Blixa'nın, Rowland'ın ve Mick'in bir sürü şarkısını dinledim. Hepsini anlandırmaya çalıştım ve bir süre sonra bıraktım. Anlamlandırmaya çalışmak, öldürmekti. Rowland'ın Dead Radio'su, Mick'in I Don't Want You On My Mind'ı, Einstürzende'nin Blume'u (dört dilde var, ama siz çok çok İngilizce ve Fransızca versiyonlarını dinleyin, Almanca'sı ve Japonca'sı ruhuna ters olmuş şarkının biraz), onlarda güzel.

So, sorayım sizlere. Bir şarkı ile aşkı tanımlayacak olsanız, acı sonu olan (bkz: Where The Wild Roses Grow, Henry Lee) veya çok mutlu olan (dinlemedim bilmiyorum ehe), size sevdiceğinizi hatırlatan, muhtemelen onunla paylaştığınız, bu ne olurdu?

Herkes cevaplasın istiyorum. Bir şarkı. Buraya yazın, mesaj yollayın, mail atın ama bana şarkınızın ne olduğunu bildirin. Hatta ne yapalım biliyor musunuz? Playlist.

Hemen yapıştırılan EDIT: Arkadaşlar bir tane seçmek zor olacaksa en azından listenizin yükseklerinde olanları kararlaştırın onları yollayın, onları da dinleriz. :)
Edit 2: Olamayan aşk hayatımın şarkısı ise Bad Seeds- Carry Me