Takip ettiğim bloggerların aktif oldukları zamanlardı, Eylül arada gelir sevdiği illustrationları bizlerle paylaşır ve onlar üstünden ortamların hayallerini kurmama sebep olurdu. Bayılırdım! Her yazıda bahsini ederim ya hani gap year da gap year diye.. gap year benim için hayalleme yılıydı. Sürekli kafamda kendimi bir evin içine yerleştirirdim. Yoldan ve insandan uzakta, ocakta çayımın kısık ateşte vaktini ala ala demlendiği bir ev.
Sabahları bu evde aylaklık yapardım, büyük yatağın içinde kediciklerle yuvarlanırdık. Temiz bir havaya uyanırdım ve kocaman bir terasım olurdu, dışarıda da eski bir koltuk. Kahvem ve kitabım, sabah serinliğinde kendimle baş başa.
Yine aylakça gezinirdim daha sonra. Bahçede, ormanda.. dolanırdım öyle birkaç saat. Yanıma köpekleri de toplardım, oyunlar oynardık. Adaçayı toplardım, yemeğime kullanacağım malzemeleri de bahçede yetiştirdiklerimden bulurdum. Tariflerden gitmezdim mesela. Hislerime yoğunlaşırdım, ölçüsüz ve beklentisiz.
Seneler önce bir öğlen vakti adada bulup aldığım o el emeği tabağa koyardım yemeğimi. Yanına da tatlı bir şarap açardım. Belki yine bir öğlen vakti adada bulduğum el yapımı mumluğu masanın üstüne koyar, tekli beyaz bir mumu kibritle yakardım. Kendimle akşamın o serin ve tatlı havasında yemek yerdim.
Ah, düşününce insan kayboluyormuş. Hayalleme yapmak için geldiğimi biliyorum ama kendimi yalnız düşlemeyecektim.
Böyle şeyler işte. ne biliim ben.
26 Haziran 2018 Salı
24 Haziran 2018 Pazar
Adet
Her şeyden bir adet. Çiçekli çay bardağından bir adet, kirazlı salata tabağından bir adet, bir adet emaye tencere... bir adet bir şey. Özgün ve övülmeye değer.
İkinci el dükkanları, kırıkları tamir etmek, geri dönüştürmek, dikmek ve sökmek böyledir belki. Takas etmek, bahçenden uzattığın kabak çiçeklerine karşılık bir saksı balkon çiçeği almak.. Dev bir playlist yapınca en gereksiz isimleri bir araya toplamak gibi şeyler.
İkinci el dükkanları, kırıkları tamir etmek, geri dönüştürmek, dikmek ve sökmek böyledir belki. Takas etmek, bahçenden uzattığın kabak çiçeklerine karşılık bir saksı balkon çiçeği almak.. Dev bir playlist yapınca en gereksiz isimleri bir araya toplamak gibi şeyler.
16 Haziran 2018 Cumartesi
dinledim, izledim, okudum #2
Dinledim
Ben Howard- Noonday Dream albümü
Sertaç Özgümüş'ün Şahsiyet dizisi için yaptığı müzikler
Mashrou' Leila- Ibn El Leil albümü
Yüzyüzeyken Konuşuruz- Akustik Travma albümü, Dinle Beni Bi' parçası
bir de geç saatlerde hunharca tekno müzik dinlemeye başladım ama bişşi diyemiiiycem :( guilty pleasure..
İzledim
mother!
Kaotik filmleriyle bildiğim Aronofsky'nin, benim için, en güzel ikinci filmi (birincisi Pi). Oldukça muazzam bir şekilde işlenmiş Hristiyanlık mitolojisi, doğa ve ev, ilham ve tıkanma. Ayrıca Jennifer Lawrence şahaane. Neden hem Javier Bardem, hem de Jennifer Lawrence Razzie's adayı oldular bilmiyorum.
The Fountain
Aronofsky'nin en manasız, en haz etmediğim, en olmamış filmi. Sanki yarım kalmış ve gereksiz ajitasyonlu. Boğucu, ağlamaklı cart curt. Rachel Weisz İspanya kraliçesi olarak çok güzel olmuş sadece, hepsi bu. Tek güzel yanı bu. Aaaa resmen nefret etmişim filmden.
The Big Sick
Arkadaş tavsiyesi ile izlendi. Kumail Nanjiani ile tanıştırmış oldu. Tatlı! İçtenlikle anlatılmış, güldürmeli, ağlatmalı bir film. Rahat akıyor. Ayrıca Kumail ve eşinin ilişkilerinin gerçek hikayesi. Beraber yazmışlar, Kumail kendisini oynarken eşini Zoe Kazan canlandırmış.
The Shining
Utanarak söylüyorum bugüne kadar izlediğim tek bir Kubrick filmi oldu. O da Eyes Wide Shut ve izlerken hiçbir şey anlamadım. Bakışlar, ürkütücü arkaplan sesleri, renkler, Shelley Duval. Çok sevdim!
Ahlat Ağacı
Altı kişi girdiğimiz sinema salonunda 188dk sonunda sadece sevgilim ve ben kaldık. Sadece sonu için bile o 188dk tekrar tekrar geçirilebilir nitelikte. Diyaloglar uzun, diyaloglar güzel. Bunu da utanarak söyleyeceğim, izlediğim ilk Nuri Bilge Ceylan filmi.
A Quiet Place
Kulaklar için sinema. İzlerken hislere odaklandım. Dokunma hissine özellikle. Yemeğin sessizlik için ritüelleşmesi, parmaklarda hissedilmesi. Dökülen toprağa tüm nezaketi ile dokunan ayaklar.. Acı, mutluluk ve sessizlik. Farklı bir sci-fi, post-apocalyptic türe benziyor.
Les quatre cents coups
Jean- Pierre Léaud! Küçük haylaz. Zevkle izledim, devamı varmış onları da en kısa zamanda görmeyi umuyorum. Bu da ilk Truffaut.
L'avenir
Isabelle Huppert asla hayal kırıklığına uğratmaz.
Gegen die Wand
Türkiye gerçekleri, bilmemkaç.
Louder Than Bombs
Isabelle Huppert asla hayal kırıklığına uğratmaz 2.
Busanhaeng
Güney Kore'nin World War Z'i gibi bir film, ama daha güzeli.
Call Me By Your Name
Luca Guadagnino estetik anlayışını gözümüze gözümüze sokuyor. Timothée Chalamet hissederek ve bizlere de hissettirerek can veriyor André Aciman'ın Elio'suna. Sufjan Stevens ise o naif şarkılarıyla eşlik ediyor. Visions of Gideon dinleyip de duygulanmayan bizden değildir... İlk izlerken o kadar etkilenmemiştim, zamanla sindirdim.
Get Out
Bu sene Oscar ödüllerinde favorim kendisiydi. Diyecek hiçbir şeyim yok, EF SA NE.
Breathe In
Drake Doremus'un Like Crazy filmi beni yakıp yıkıp, kaldırıp bir daha yakıp yıktığından ve ben de kendisine işkence çektirmeyi seven bir değişik olduğumdan mütevellit izlediğim film. Dustin O'Halloran müthiş bir composer. Summer Waltz replay'de bırakılıp dinlenilesi. Dingin bir film, çok beklentiniz olmamalı izlerken. Vakit geçirmek için ideal.
Okudum
Paul Lafargue - Tembellik Hakkı
Gaia Dergi'nin internet sayfasında dolanırken denk geldiğim bir yazıda keşfettim. Aklımın bir köşesine öyle güzel bir şekilde kazımışım ki baya ay sonra sevgilimin odasında görünce hemen sahiplendim.
Lawrence Durrell - Bitter Lemons of Cyprus
Bilenler bilir, iki senede bitirdim. Kütüphaneden defalarca ödünç alarak, farklı basımlarına dokunarak, farklı şehirlerde okuyarak bitirdim. Adaya olan aşkımı daha delice bir hale getiren kitap oldu. 50lerin başında burada olmayı çok düşledim, biraz daha belki de gerçekten kendimi 50lerde bulacaktım.
Şuan okuyorum
Zubritski, Mitropolski, Kerov - Kapitalist Toplum
Yine sevgilimden aldığım bir kitap. İyi gidiyor, akıcı ve oldukça düzenli bir anlatımı var.
Ben Howard- Noonday Dream albümü
Sertaç Özgümüş'ün Şahsiyet dizisi için yaptığı müzikler
Mashrou' Leila- Ibn El Leil albümü
Yüzyüzeyken Konuşuruz- Akustik Travma albümü, Dinle Beni Bi' parçası
bir de geç saatlerde hunharca tekno müzik dinlemeye başladım ama bişşi diyemiiiycem :( guilty pleasure..
İzledim
mother!
Kaotik filmleriyle bildiğim Aronofsky'nin, benim için, en güzel ikinci filmi (birincisi Pi). Oldukça muazzam bir şekilde işlenmiş Hristiyanlık mitolojisi, doğa ve ev, ilham ve tıkanma. Ayrıca Jennifer Lawrence şahaane. Neden hem Javier Bardem, hem de Jennifer Lawrence Razzie's adayı oldular bilmiyorum.
The Fountain
Aronofsky'nin en manasız, en haz etmediğim, en olmamış filmi. Sanki yarım kalmış ve gereksiz ajitasyonlu. Boğucu, ağlamaklı cart curt. Rachel Weisz İspanya kraliçesi olarak çok güzel olmuş sadece, hepsi bu. Tek güzel yanı bu. Aaaa resmen nefret etmişim filmden.
The Big Sick
Arkadaş tavsiyesi ile izlendi. Kumail Nanjiani ile tanıştırmış oldu. Tatlı! İçtenlikle anlatılmış, güldürmeli, ağlatmalı bir film. Rahat akıyor. Ayrıca Kumail ve eşinin ilişkilerinin gerçek hikayesi. Beraber yazmışlar, Kumail kendisini oynarken eşini Zoe Kazan canlandırmış.
The Shining
Utanarak söylüyorum bugüne kadar izlediğim tek bir Kubrick filmi oldu. O da Eyes Wide Shut ve izlerken hiçbir şey anlamadım. Bakışlar, ürkütücü arkaplan sesleri, renkler, Shelley Duval. Çok sevdim!
Ahlat Ağacı
Altı kişi girdiğimiz sinema salonunda 188dk sonunda sadece sevgilim ve ben kaldık. Sadece sonu için bile o 188dk tekrar tekrar geçirilebilir nitelikte. Diyaloglar uzun, diyaloglar güzel. Bunu da utanarak söyleyeceğim, izlediğim ilk Nuri Bilge Ceylan filmi.
A Quiet Place
Kulaklar için sinema. İzlerken hislere odaklandım. Dokunma hissine özellikle. Yemeğin sessizlik için ritüelleşmesi, parmaklarda hissedilmesi. Dökülen toprağa tüm nezaketi ile dokunan ayaklar.. Acı, mutluluk ve sessizlik. Farklı bir sci-fi, post-apocalyptic türe benziyor.
Les quatre cents coups
Jean- Pierre Léaud! Küçük haylaz. Zevkle izledim, devamı varmış onları da en kısa zamanda görmeyi umuyorum. Bu da ilk Truffaut.
L'avenir
Isabelle Huppert asla hayal kırıklığına uğratmaz.
Gegen die Wand
Türkiye gerçekleri, bilmemkaç.
Louder Than Bombs
Isabelle Huppert asla hayal kırıklığına uğratmaz 2.
Busanhaeng
Güney Kore'nin World War Z'i gibi bir film, ama daha güzeli.
Call Me By Your Name
Luca Guadagnino estetik anlayışını gözümüze gözümüze sokuyor. Timothée Chalamet hissederek ve bizlere de hissettirerek can veriyor André Aciman'ın Elio'suna. Sufjan Stevens ise o naif şarkılarıyla eşlik ediyor. Visions of Gideon dinleyip de duygulanmayan bizden değildir... İlk izlerken o kadar etkilenmemiştim, zamanla sindirdim.
Get Out
Bu sene Oscar ödüllerinde favorim kendisiydi. Diyecek hiçbir şeyim yok, EF SA NE.
Breathe In
Drake Doremus'un Like Crazy filmi beni yakıp yıkıp, kaldırıp bir daha yakıp yıktığından ve ben de kendisine işkence çektirmeyi seven bir değişik olduğumdan mütevellit izlediğim film. Dustin O'Halloran müthiş bir composer. Summer Waltz replay'de bırakılıp dinlenilesi. Dingin bir film, çok beklentiniz olmamalı izlerken. Vakit geçirmek için ideal.
Okudum
Paul Lafargue - Tembellik Hakkı
Gaia Dergi'nin internet sayfasında dolanırken denk geldiğim bir yazıda keşfettim. Aklımın bir köşesine öyle güzel bir şekilde kazımışım ki baya ay sonra sevgilimin odasında görünce hemen sahiplendim.
Lawrence Durrell - Bitter Lemons of Cyprus
Bilenler bilir, iki senede bitirdim. Kütüphaneden defalarca ödünç alarak, farklı basımlarına dokunarak, farklı şehirlerde okuyarak bitirdim. Adaya olan aşkımı daha delice bir hale getiren kitap oldu. 50lerin başında burada olmayı çok düşledim, biraz daha belki de gerçekten kendimi 50lerde bulacaktım.
Şuan okuyorum
Zubritski, Mitropolski, Kerov - Kapitalist Toplum
Yine sevgilimden aldığım bir kitap. İyi gidiyor, akıcı ve oldukça düzenli bir anlatımı var.
12 Haziran 2018 Salı
Zırdeli Veganlar
Eskiden veganları bırak vejetaryenler benim için zırdeli
insanlardı. Nasıl olurdu da bir insan Cumartesi akşamı kuyrukyağı bol şiş kebap
yemezdi, nasıl kfc tarzı tavuk yemezdi? Çok şey kaçırıyordu bu insanlar. Duygusaldılar,
gereksiz duygu sömürüsü yapıyorlardı ve her şeyden önemlisi düşüncelerini
bizlere dayatıyorlardı. Sonra bir ton belgesel izleyip, araştırmalar, beslenme
kitabı vesaire okuyunca ben de bu zırdelilerden oldum. Zırdeli olunca da yine
bazı veganlar zırdeliydi benim için. Mesela yanlarında hayvansal ürün
tükettirmeyen, plastik paketlerdeki hayvan parçalarını görünce gözyaşlarına
boğulan, pişirilen hayvan kokusundan midesi bulanan veganlar hep çılgındılar. Sonuçta
bu kendimizin aldığı bir karar değil miydi? Hayvanları sofralarımızdan,
giyimimizden çıkartmayı biz kendimiz kararlaştırmamış mıydık? Bu veganlar
karşılarındakini de veganlıktan soğutmuyorlar mıydı? Aylar geçince anladım, ben
de delilerdenmişim. Bir yaz akşamı ben yine sebzelerimi sömürüsüz hayatımın
getirisi olan mutlulukla yemeğe hazırlanırken sofraya büyük bir tepsi
fırınlanmış çipura balıklarından getirildi. Babamın veya annemin beni
azarladığı zamanlar haricinde belki de ilk defa yemeği kimseyle göz kontağı
kurmadan, masada ne var ne yok bakmadan yedim. Tabağımın kenarındaki desenleri
incelemekten yorulmuştum. Belki de biraz üzülmüş, hayal kırıklığına uğramıştım.
Bizimkiler de anlamışlardı, babam “Neden yemediğini biliyorum! Balıklar, değil
mi?” diye sorunca bir şey demek istemedim. Deliliğe mana getiremedim bir süre. Bencilce
miydi bu? Insanları yedikleri “yemeklerden” de mi alıkoyuyordum artık?
Değişmişim. Hayvanları yiyecek, giyecek, sömürülecek objeler
olarak görmekten çıkarmıştım. Belki de bunu ilk defa o gün anladım. Aylarca veganım
diye geçindikten sonra ilk defa o akşam vegan
oldum ben. Veganlık bitkisel sütler değildi, tofu, blender kullanmayı
öğrettiren smoothieler hiç değildi. Veganlık hayvanların yaşam haklarına saygı
göstermekti. Soframdaki balığın en az, eğer benden fazla değilse tabii,
yaşamaya hakkı olduğuydu. Şimdi arası ince halkalar şeklinde dilimlenmiş
soğanla, sarmısaklarla, pulbiber, kekik ve biberiye ile “süslenmiş” bu canlı
bir zamanlar denizde özgürce dolaşan bir canlıydı. Onu ortamından koparan balıkçı kadar, marketten satın alan ve
önümüze yerleştiren ailem de suçluydu. Bu düşünceyi destekliyorlardı.
Niye bu kadar sinirlendim ki peki? Onu da yatağımda
uzanırken anladım. Veganlıktan bihaber kişilere kızmıyordum, bunu nasıl
yapabilirdim zaten, aylar evvelinde belki de ben de şu yukarıdaki düşüncelere
sahip değildim. Benimle o Çatalköy’deki evimizde 20 senedir beraber yaşayan,
son ayları ise her gün veganlık nedir ve ne değildir diye konuşan, yapıcı bir
şekilde tartışan aileme kızgındım. Bile bile türlü türlü sebzeler, meyveler ile
donatılmış masamıza ölü hayvanlar getirmelerine kızgındım.
Aradan kısa zaman geçti ve ben üniversiteye başladım. Başlarken
aklımdaki ilk düşünceler eğitimime yönelik değil, veganlığıma yönelikti. Nasıl beslenecektim?
Veganlığıma saygı duyulacak mıydı? Hiçbir kimsenin vegan olmasına yardımcı
olabilecek miydim? Benim gibi düşüncelere sahip arkadaşlar edinebilecek miydim?
Çok dalga geçildi. Hiç anlaşılmadı. Herkes en az bir defa “bir
kerecik yesen bir şey olmaz” diyerek hayvansal içerikli bir şeyler uzattı.
Tek başıma yemek yedim çünkü yediklerim “yemekten” sayılmadı.
Proteini nasıl alıyordum, yediklerim yetmiş miydi şimdi, (önlerindeki hayvansal
içerikli yemekleri göstererek) bu yenmezmiş miydi şimdi?
Aylarca muhabbet ettiğim, bir evi paylaştığım, belki
arkadaşlık belki romantik hislerimi paylaştığım insanlar gelip geçti, hepsine
en baştan hayvan haklarını anlattım. Ya kimse peynirden, sütten, yoğurttan,
biftekten, insert herhangi bir hayvan parçası/ hayvanın salgısı) vazgeçmek
istemedi ya da onlar da vej/ vegan olacaktı hazırlık sürecindeydiler. Canım Melisa’cığım
hariç kimsecikler vejetaryen olmadı, kimse hayvanların yaşam haklarına bir
öğünlük damak zevkine verdiği değeri vermedi. Hayvanlar özgürlüğü değil,
sofralarında fetişize edilmeyi hak ediyorlarmış sanırsam.
Ben yine kızdım. Hemen vegan/ vej olmadıkları için değil,
aylarca bu bilgileri edinip hayatlarına sokamadıkları için kızdım. Her ideolojiyi
sömürebilme yeteneklerine, hayvan hakları felsefesine mesafeli oluşlarına
kızdım. “Ah çok mantıklı, ben de artık vegan/ vej olacağım!” deyip de
olmayanlara kızdım.
Göreceli olarak fakir bir vegan olarak bunun lüks
sayılmasına kızdım. Insanlara bunu dikte ediyor olduğum ithamına kızdım.
Kimse kimseye “çocuk istismarı bir tercihtir, kimseyi senin
gibi olmaya zorlayamazsın isteyen istismar eder isteyen etmez” demiyor. Yine
kimse kimseye “faytonlar çok iyi ya, kimseyi fayton zevkinden edemezsin”
demiyor.
Türcüyüz.
Neden?
Artık zırdeli bir veganım. Iki yıldan fazla süredir
veganlığı anlattığım kişilerin yanımda hayvan ölüsü yerken zevkten inlemesini,
kimsenin yanımda hayvan yemesini istemiyorum. Sömürüye, cinayete, istismara
saygım yok. Sizlere de saygı borcum yok.
*he bir de şey, aklıma geldi. Bir zamanlar Muharrem İnce
eril dil kullanınca haklı bir şekilde eleştirilmişti ama bunu mantıksız
bulanlar vardı. Twitter’da biri yazmış ki “bunu eleştirmek gezi ihtiyaç
listesine vegan pide yazmak gibi bir şey”. Aynı anda birden fazla şeyi
savunabiliyorsunuz. Hayvan hakları diğer savaşlarımızdan daha önemsiz değil.
Saygılar ve sevgiler artık bu yazımı nerede yayınlayacaksam
ve bunu kimler okuyacaksa.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)