30 Aralık 2015 Çarşamba

Sonsuzluk

Doğum günüme elli dört dakika kalmış. Yılımı özetlemek için elli dört dakika veriyorum kendime. Bu sene en çok varoluş, ruh, yükseliş, umut, sonsuzluk ve çiçek kelimelerini sevdim. Sevdiğim insanlar hepiniz birer çiçeksiniz.

Kötü bir seneydi diye yazıyorum, taslağa kaydediyorum hep. Cidden kötüydü sanırım. Ağlamak, korkudan gelen karp çarpıntıları ve şuan ölümü kabulleniyorum, hemen ölebilirim diye düşünmek gibi olaylar ile geçti. Hiçbiri gelecekle ilgili değildi. Anın içerikleriydiler. Bazen güneş doğdu, yeniliği kabullendim.

Güneşin ısısını çekti kemiklerim ve bulutları izledim. Gün batımlarını izledim. Çok değildi erken uyandığım, ya da bakmaya vaktimin olduğu ama gün doğumlarını da izledim. Yolculuklara atıldım ve yolculuklar bitti. Aradığım aşk bu mu yoksa dedim ama hiçbir zaman değildi, aşk değildi.

Az biraz kısa bir dönem sevgilim olan insandan ötürü Fransızca öğrendim. Sonra asıl sevgilim olan Blixa Bargeld'i Einstürzende Neubauten ile kulaklığımdan, Almanca'ya heves ettim. En sevdiğim Almanca kelime blume oldu, çiçek demek olduğunu sonralardan fark ettim.

Bolca Nick Cave dinledim. Bad Seeds ile, The Birthday Party ile, Grinderman ile dinledim, dinledim ve dinledim. Yazdıkları beni hep hayrete, hayranlıklar içerisine düşürdü. Pek kitap okuyamadım bu sene, ne okuuğum bile hafızamda değil, en sevdiğim yazar Cormac McCarthy imiş onu anladım.

Sığınmayı akıl ettim. Tüm hüznün içerisinde sığınacak insanlar, filmler, diziler buldum. Üzüldüğüm, üzüntümden ağladığım sıralarda hep gitmeyi düşledim. Şuraya gelip arada ben gidiyorum yazmayı düşünürken gülümsediğim şeyler çok oldu.

En sevdiğim kelimelerden biri ruh olmuştu ya hani, biz onunla anlaşmaya karar verdik. Bedenim ve ruhum. Gülecektik, ağlayacaktık. İyi ya da kötü düşüncelerimiz içimizde ölmeyecektik. Belki açık ve net, belki üstü kapalı şekilde güzelliği taktir ettim.

İçime Howard Shore'un Yüzüklerin Efendisi soundtracklarını çekerken, ruhum Florence Welch diye nefesini bıraktı.

2016'dan, on sekizinci yaşımdan hiçbir beklentim yok. Hem de hiç. İmkanlarım ve isteklerim çerçevesinde yaşamak, harekete geçmek... Zaten beş, on dakika maksimum, düşündüğümde hayatım müthiş geliyor. Minnet duyguları içerisindeyim. Ailem, arkadaşlarım, kurgu, hayal dünyası derken şükretmek için bir an istiyorum.

meowntain:

Lake Tekapo (by deco_o)

Doğum günüme otuz yedi dakika var.

10 Aralık 2015 Perşembe

Süs Bitkisi Zehra

Eskiden hiç bizim bahçeye, araziye falan inmezdim. Korkutucu bir yer olarak gözükürdü gözüme, babam da hep bir şeyler ekerdi, dikkat etmeyip bir şeylere zarar veririm diye ekstra kendime sebep çıkartırdım. İki sene evvel mi ne, fotoğraf çekmeye merak saldım. Öyle profesyonel bir şey değil canım, telefon yahu. Sonuç olarak pek çok akşamüstünü aşağıya inerek geçirmeye başladım. Aynı yerden gün batımı fotoğraflarım.

Bizim ev denize yürüme mesafesiyle beş dakika bile değil lakin hiç oradan fotoğraf atmamışım, onu fark ettim. Geçen gün gün batımı denizin üstünden çok tatlı görünüyordu, babam bahçedeydi yürüyebilir miyim diye sordum. Yürümesen daha iyi, dedi çünkü köpeklerden biraz tırstığımı bilir, aslında genel anlamda oksijen içine çeken her şeyden tırstığımı bilir. Tamam, ama başka zaman beni götüreceksin dedim. Anlaştık işte öyle.

Annemle beraber babamı tamirciye götürecektik, yolda ona anlaşmamızı hatırlattım dün, gün batımından sonraydı. Adam dayanamadı ve söylemeye başladı: Babam sen süs bitkisi oldun! Hep evdesin, hep evdesin, d vitamini almıyorsun, bahçeye gündüz inmiyorsun, sen nesin, süs bitkisi mi? Öyle böyle derkeeen bugün sonunda gündüz indim. Benim gündüzüm saat iki buçuk üç bu arada, ne yapayım uyanamıyorum bir türlü (insomnia sonrası sabahlar işkence). Tur attım sonra oturdum toprağa, yüzümü güneşe döndüm. Yanıma telefonumu almadım, bir kitap ya da hiçbir şey. Oturdum öylece, dizlerimi karnıma çektim, ne kadar süre bilmiyorum, çok olmasa gerek ama dinledim. Nar ağaçları, zeytin ağacı, çiçekler, biberler, güneş derken insan sessizlik beklentisinde oluyor belki. Ama öyle değil. Uzaktan arabanın sesini yine duyuyorsun, inşaatların sesini, insan telaşını duyuyorsun.

Umutsuzluk yok, yine kuş sesi var. Köpeklerin sesi var, kimisi duymasa dahi çiçeklerin sesi var.



(Botnsvatn, İzlanda. Fotoğraflar: Kristina Petrosiute)

1 Aralık 2015 Salı

Into My Arms

If we had a song, what would it be? diye düşünüyorum dün gece, aniden öylesine. Sonra kararımı verdim, Nick Cave & The Bad Seeds- Into My Arms. Çünkü bence dünyanın en romantik şarkısı. Nick'in, Blixa'nın, Rowland'ın ve Mick'in bir sürü şarkısını dinledim. Hepsini anlandırmaya çalıştım ve bir süre sonra bıraktım. Anlamlandırmaya çalışmak, öldürmekti. Rowland'ın Dead Radio'su, Mick'in I Don't Want You On My Mind'ı, Einstürzende'nin Blume'u (dört dilde var, ama siz çok çok İngilizce ve Fransızca versiyonlarını dinleyin, Almanca'sı ve Japonca'sı ruhuna ters olmuş şarkının biraz), onlarda güzel.

So, sorayım sizlere. Bir şarkı ile aşkı tanımlayacak olsanız, acı sonu olan (bkz: Where The Wild Roses Grow, Henry Lee) veya çok mutlu olan (dinlemedim bilmiyorum ehe), size sevdiceğinizi hatırlatan, muhtemelen onunla paylaştığınız, bu ne olurdu?

Herkes cevaplasın istiyorum. Bir şarkı. Buraya yazın, mesaj yollayın, mail atın ama bana şarkınızın ne olduğunu bildirin. Hatta ne yapalım biliyor musunuz? Playlist.

Hemen yapıştırılan EDIT: Arkadaşlar bir tane seçmek zor olacaksa en azından listenizin yükseklerinde olanları kararlaştırın onları yollayın, onları da dinleriz. :)
Edit 2: Olamayan aşk hayatımın şarkısı ise Bad Seeds- Carry Me

30 Kasım 2015 Pazartesi

Loin Des Hommes - Far From Men

Uzun bir aradan sonra yeni bir şeyler izlemenin içimde yarattığı muazzam coşkuyla film yazılarına devam kararı aldım. Hatırlarsanız ağustos ayında izlemek istediğim beş filmi yazmıştım. Loin Des Hommes bunlardan biriydi.


Filmi nasıl izledim? Sürekli sinemaları takip ettim ve baktım ki Kıbrıs'ta izlemenin bir yolu yok. Çok üzüldüm. Digitürk'te kanalları gezerken moviemax festival'de reklamda ne göreyim? Loin Des Hommes! Şimdi dedim kendime, sabah erken uyan, sabahki gösterimi izle. Peki Zehra nasıl biridir? Sabırsız! 21.30 gösterimini izledim ve şimdi size her şeyiyle yazıyorum.

2014 yapımı olan Loin Des Hommes, Albert Camus tarafından yazılmış olan Konuk adlı kısa hikayeden uyarlamadır. Filmin yönetmeni David Oelhoffen. Başrollerinde Viggo Mortensen bebeğim ve Reda Kateb gibi isimler var. Lokasyon Cezayir, senelerden 1954. Tahmin edilebileceği üzre dil Fransızca. Filmin müziğini ise kim yaptı söyleyeyim mi? *Davullar lütfen* Nick Cave ve Warren Ellis ikilisi!

Bu ikili çok güzel orijinal film müziklerine el attılar beraber. Viggo ile ikinci kez bir filmde buluşuyorlar ayrıca. Bundan daha evvel şuan kitabını okumakta olduğum Yol (The Road, 2009) adlı filmde de beraber çalışmışlardı.

Konusuna gelelim. Bilirsiniz, sevmediğim bir iştir konu anlatmak. Özelliğini kaçırmıyor mu? O yüzden bir iki cümleyle hemen geçeceğim! "Two very different men thrown together by a world in turmoil are forced to flee across the Atlas mountains. Daru, the reclusive teacher, has to escort Mohamed, a villager accused of murder." diyor IMDb. Bu arada filmin oradaki rating'i 7,4.





Ben bu filmde neyi beğendim?


Viggo Mortensen'in Fransızca konuşmasını. Adamın elinden her iş geliyor. 


Konuyu. Gerçekten değişik bir film, bakış açısı, güzelliği. On numara.


Sinematografi'nin en iyisi. Scenery muazzam, çekimlerin durgunluğu efsane.


Sıkıcı değil. Bu tür filmlere ben bile ön yargı ile yaklaşıyorum. Kim dayanır bunlara diye düşünüyorum ama yok anam. Loin Des Hommes öyle deeğiil.


Soundtrack. Hatırlatmama gerek var mı? Nick Cave'in piyanosu, Warren Ellis'in kemanı derim, gerisi size kalmış.


Ben ağladım bu arada izlerken. Yanımda bizimkiler olmasa daha da çok ağlardım emin olabilirsiniz.


Veee unutmadan söyleyeyim, Reda Kateb adlı aktör ile tanıştığım film oldu, o da çok iyi oynadı rolünü. Umarım onunda filmlerini izleme fırsatı bulurum.



*



Alttan alttan düşündüğüm şey, ah keşke Viggo Mortensen'le evlensek.

*

Herkese çok sevgiler. Ben izlerken iyiki listemdeydi dedim. Saatlerinize değecektir. İyi seyirler.

NOT: Bu akşam saat 6da mmx festival'de var! (30kasım) Kaçırmayın! Ben tekrar izliyorum^^

Mevsim Sonu?

Sonbahar bitti! Göz açıp kapayıncaya dek bitti. Üzülmedim diyemem, gap year'ımın sonbaharı hiç sonbahar gibi değildi, yaşayamadım sayılır. Pek yağmur yağmadı, havalar yeterince soğumadı, çok fazla gün batımı izleyemedim.

Şimdi önüme açtım, sonbahar listemi okuyorum. Neleri yaptım, neleri yapmadım gibisinden gelin inceleyelim. Bir sürü playlist demişim, tik! Oldu bu. Cavesloverman, Nord, Autumn 2015 vs derken birkaç tane oluşturdum, hatta Half Past Two adında gece yarısından sonra dinleyeyim diye bir yenisine daha başladım.

En az yirmi, otuz kitap demişim, ufak atsaymışım civcivler yeseymiş. Evet evde okumadan biriktirdiğim bir kenara koyduğum kitaplar rahat bu sayıyı geçer ama bende ki okuma hevesi sönmüş, imkansız bir hedefmiş bu. Öte yandan Cormac'ın Yol'unu dün yeniden açtım, okuyorum yavaş yavaş, çok güzel anlatımlarla dolu, okuyunca yazısını mutlaka yazacağım.

İzlenecek Filmler listemi büyütecekmişim. Evet, yani bir nevi. Bir yere yazmadım ama aklımın hep bir köşesine gördüklerimi ekledim. Listeden de film izledim. Loin des Hommes! Çok çok çok çok güzeldi. İzleyeceğim bir film daha var bu sıralar, sonra ikisinin eleştirisi burada olacak, umuyorum.

Belki bir işe girerim diye düşünmüşüm. Olmadı, zira anxiety diye kocaman bir duvar var önümde. Olsun, ne diyelim.

Bir sürü sosyal ağdan çıkarım uzaklaşırım demişim, o da olmamış. Well, bağımlıyım yapacak bir şey yok. Amaaaan tek derdim onlar olsun!

Bahçede iş varmış. Zeytinler sayılır mı? Sayılır bence. Baya iş gördüm üç arazide. Yazısı var aşağılarda, okumadıysanız bir inceleyin^^

Şiir okumaya başlayacakmışım. Oldu bu. Sevdim, çok sevdim.

Sonbahar listemin sonucu böyleydi. Kimi şeyler gerçekleşmiş, kimisi ohoo yalan olmuş. Önümüzdeki mevsimlere bakacağız artık.

Şuan heveslenmedim değil... Bir kış listesi yapayım bari.



28 Kasım 2015 Cumartesi

*





“He poked his head above the roof of the leaves … the sun was shining brilliantly, and it was a long while before he could bear it. When he could, he saw all round him a sea of dark green, ruffled here and there by the breeze; and there were everywhere hundreds of butterflies.”

23 Kasım 2015 Pazartesi

Zeytin

Merhaba!

2015 için zeytin toplama sezonunu dün kapattık. İşe giriştiğimizden beri aklımdaydı, bunlar bir yazı haline getirilecekti, gidilip görülen yerler herkesle paylaşılacaktı. Ara sıra karşıma çıkan insanlara hikayelerin bir kısmını anlattım ama büyük çoğunluğuna zamanım olmuyordu.

            



Zeytini ilişkilendirebileceğimiz pek çok şey var. En önemlisi barış olsa gerek. Hoş, ben klasikleri ya da böyle konulardaki tarih kitaplarını okumadığım için az biraz yabancıyım. Bir iki ufak tefek şey haricinde günlük yaşamda olan şeylerin sembolize ettiği şeyleri bilmiyorum. Benim için zeytin verimliliğin sembolü. Dolu dolu, sarkmış yeşil yeşil dallar, siyah, yeşil ve geri kalan tonlar derken bolluk, bereket. Belki gerçekten öyledir, araştırmadan, kendimce yazıyorum şuan.


Ağaçların çoğunun hikayesi var. O ağaca tırmanan, yukarıdan zeytinleri döken babamın da anlatacak hikayeleri var. Gidilen arazinin, etrafın kısacası görüp görebileceğin her şeyin seni durdurup sana bir şeyler anlatmak istemesi ihtimali var.

Ekim, kasım derken yapılan bu işe ben çocukluktan beri katılıyorum aslında. Belki üçüncü, belki dördüncü. Anlatılana göre bebekken bile gelmişim. Babam son zamanlarda yaptığı işin ağırlığına kıyasla buna her gün olsa her gün yaparım düşüncesiyle geliyor, annem ise hayatını Samsun, Amasya ve çoğunlukla İstanbul'da geçirmiş bir insan olarak Akdeniz'i doyasıya yaşamanın tadını çıkartıyor. Ailede herkes böyle düşünmüyor tabi. Mesela halam hiç sevmez, amcam ve yengem dünyanın en hevesli insanları olmayabilir, babaannem ise o ağır işlere karışırsa hastalıklarıyla birlikte aramızdan ayrılma tehlikesi geçirebilir.

Kendi ürününden faydalanmak, siyah zeytinini tuzlamak, çakızdez (taşla ezilen yeşil zeytin) yapmak, değirmene gidip zeytinyağını sıktırmak evet, aşırı güzel şeyler. Bir diğer güzel olay ise bu sayede Çatalköy'ü gezmiş olmak. Çatalköy'ün görmediğim yerlerini gördüm, çok güzel gün batımları izledim, rüzgarlar esti üşüdüm. Altı yaşındaki kuzenimin elini tuttum, van arkasında kızıl gün batımları altında eve gittik. Gülümseyen insanlar oldu, el sallayanlar oldu. İnekler, koyunlar gördük. Dağ ve deniz manzarasına doydum. Çam kokusunu içime çektim.



Hikayelere gelelim. Tabi ben bu on yedi senelik hayatımda babamlara kıyasla çok az katılmış oluyorum toplama işlerine. Dedemin hayatta olduğu, babam ve amcamın okulda öğrenci oldukları yıllarda cep telefonu yok. O gün zeytine gidilecekse, hiçbir işi olmuyormuş dedemin. Zeytini bölüp, şuan babamlar gibi işe gitme dertleri yokmuş. Hal böyle olunca dikkatlerini verebiliyorlarmış ve çok fazla ağacı bir güne sığdırabiliyorlarmış. Zeytini bölebilecek tek şey hava durumuymuş, ancak yağmur yağarsa, sert rüzgarlar eserse eve dönerlermiş. Okula giden babam ve amcam, genelde dedemlere okul bittikten sonra katılıyorlarmış. E peki yemek? Yemek yemiyorlar mıydı bu insanlar çalışırken?

Kürekle arazide bir ufak çukur kazıp, etrafını taşlarla döşüyorlarmış ve kuru dalları atıp ateş yakıyorlarmış. Sonra patates, yumurta, artık ne getirdilerse yanlarında pişiriyorlar ateşin içine atıp. Belki yarım saat, bir saat mola verip sonra işin başına tekrar dönüyorlarmış. Biz bunu denedik amcamların arazisinde. Bir aile geleneği olarak güzel ama bizimkiler yedikleri gibi mayışıyorlar, olmamış...

Asırlık ağaçlar da mevcut kimisinde. Örneğin öyle yaşlı bir zeytin ağacı var ki, adeta içinde bir insanın yaşayabileceği güzel bir oyuk var. Kıvrımları, kökü derken ellerimi ağaca sürtüyorum ve ağacı yaşıyorum. Görkemli ağaçlar, küçük ağaçlar, dolu ağaçlar, bir iki dalı hariç zeytini olmayan ağaçlar... En son gün (ki ben gitmedim) annemler bir ağacı üç saatte mi ne dökmüş, öyle büyüktü.

Bazıları ise sorumsuz insanlardan nasibini alıyor. Çobanlar önemsemiyor ama otlattıkları hayvanlar yere uzanmaya yakın olan dalları kemiriyor ve o dallar kuruyup çalılaşıyor. Bu sorumsuz insanlardan biri babam da olabilir, ağaçları budamadığı, iyi bakmadığı için etraflarına toplama evresine geçmeden evvel 10-15 dk uğraşması gerekiyor. Ne güzeldir ki, hepsi bir elden aradan çıktı ve bakımları yapıldı.

Üç arazi gezdim Çatalköy'de. Amcamın arazisi düz, alıç ağaçları var çok tatlı. Babaannemin ise kuru diken dolu! Ayaklarımıza, ellerimize her tarafımıza battı ve çığlık atarak bitirdik orayı. Sade bir yerdi, dağ manzarası çok güzeldi. Eeeeen sevdiğim ise bizimkisiydi. Çamlık, sessiz, deniz ve dağ manzaralı muazzam bir alan. Dallarda olan tüm zeytinler olgunlaşmıştı ve barındırdıkları yağlar sayesinde hepsi parlıyordu. Kimi ağacın altından, yerden topladığımız olgunlaşmış zeytinler dallardan fazlaydı hatta.





Aaa bak bizim arazide komik bir olay oldu onu anlatayım. Bizim araziye giderken doğa evleri diye bir site mi ne var ondan geçiyorsun. Bir kapı var, kapının sürgülerini çekince alan tamamen babam ve halamın. Her neyse. Biz de oraya çok gitmedik. Doğal olarak çok tanınmıyoruz site üyelerince. Veletin biri, tahminen maksimum yedi, sekiz yaşında ben zeytin dolu kasayı babama taşıyacakken bana bağırdı "Zeytinleri toplamayın beaaa!!!" diye. Kasayı bırakıp, arkamı dönünceye kadar koştur koştur pencereden uzaklaşmış annem öyle diyor. Yea sen gelip bir bana sorsana? Sonra bağırarak gülmeye başladım, kendimi tutamadım. Kendi yerinde hırsız zannedilmek başkaymış dostlar.



Bu zeytine giden yol:








Düşündüm de, barışta bir verimliliktir.



Son olarak söylemeden geçmeyeyim, zeytin dedim ama resimlerin yarısı başka zamanlar. Olsun siz o saat zeytine gittiğimi, bunların da zeytin harici gördüklerim olduğunu bilin. :)


The Feels

Hello hello!

Zeytin toplama macerası bugün bitti. Ben uyumayı tercih edip vedalaşamadım güzel ağaçlarla, az biraz üzgünüm bu konuda. Ne zamandır zeytine gidiyorum bende bilmiyorum. En kısa zamanda telefonumdaki fotoğrafları bilgisayara aktarıp, anıları derleyip, o gün yeyip içtiklerime kadar sizlere hepsini aktarmakta kararlıyım. Çok güzeldi, çok güzeldi.

Duygularım hakkında şeffaflaştıkça dengesizleştim. Mutlu hissedince dans ediyor, şarkı söylüyor, buraya gelip bir şeyler paylaşıyorum mesela. Öte yandan sinirlendiğimde veya üzüldüğümde kalp kırıyorum, benimki dahil. Ağladığım zaman çoktu şu son birkaç hafta. Bazen düşüncelerimin, hislerimin, benliğimin kabul görmediğini düşünüyordum bu dünyada, o yüzden ağlıyordum. Bazen ise sahip olduklarımı düşünüp şükrederken, o kadar şanslı olmayanları düşünüp ağlıyordum. En azından farkındaydım ve tüketici kişiliğimden gittikçe uzaklaşıyordum. İçimden geleni yaptım. Etkisi nedir? Sevmediğim şeyleri neden yapmamam gerektiğini görüyorum. Hayali hep düz bir mutluluk çizgisi olan Zehra, çabalıyordu. Bazen keskin değişimler oluyordu grafiğimde, negatif. Artık belli, belirsiz. Yine üzülüyorum, yine sinirliyorum ama anahtar kelime çabalıyorum.

Belli bir zaman diliminden sonra yeni bir film izledim. Hem de ağustos ayında yazdığım "Zea'nın İzlenecekler Listesi" yazısındandı. Loin Des Hommes (Far From Men/ İnsanlıktan Uzakta), Viggo Mortensen ve Reda Kateb'in başrollerini paylaştığı, Albert Camus tarafından yazılmış Konuk adlı kısa hikayeden uyarlanmış 2014 yapımı bir film. Film müziklerini Nick Cave ve Warren Ellis ikilisi yapmış. Sevdiğim bir çok şeyin kombinasyonu olmuş. Film izleyicisini etkiliyor ve bence sinematografinin en iyisi! Gördüklerinize hayranlıkla bakmamanız, ekrana yaklaşmamanız elde değil. Viggo Mortensen'in Fransızca'sına bayılacaksınız, ga ran ti. Digitürk üyesiyseniz Moviemax Festival kanalı uzunca bir süre gösterecek, internetten yayın akışını inceleyin derim.

Anlatacağım bir süürüü konu birikti. Umarım anlatacak enerjiyi, determinasyonu bulurum. Herkese sevgiler!


19 Kasım 2015 Perşembe

Sayılı Gün Çabuk Geçer

İzlediniz mi bilemem tabi, ama kendini büyük bir Nick Cave hayranı olarak tanımlayan ben biopic niteliğinde olan 20,000 Days on Earth'ü seve seve birçok kez izledim. Yine de kendisini sevmeyenlere, ya da hayatını detaylı bilmeyenlere sıkıcı gelebilir.

Konuyu bağlayayım, sonlara doğru Nick hayatımın en güzel laflarından birini ediyor. "All of our days are numbered. We cannot afford to be idle. To act on a bad idea, is better than to not act it all…because the worth of the idea, never becomes appearant until you do it. Sometimes this idea can be the smallest thing in the world. A little flame that you hunch over and cup with your hand and pray will not be extinguished by all the storm that hauls about it. If you can hold on to that flame, great things can be constructed around, that are massive and powerful and world changing. All held up by the tiniest of the ideas."

Bazen yaşadığım olayları bir işaretler dizini olarak kabul ediyorum. Hepsi bu ana çıkıyor. Bütün o bir şeyler yapmayışlar, yataktan kalkamayışlar, rüyaların tırt olması, bıkkınlık hisleri buna çıkıyor. Sayılı günler yaşadığımı kabul ettim son iki gündür. Nick'in bu sözlerini motto olarak kullanacaktım artık. Her saniyeye ayrı bir anlam yükleyecektim. Kendime minik hedefler koydum. 

Blog ile ilgilenecektim ve insanlara ulaşmaya çalışacaktım. Hayattan aldığım dersleri bir on yedilik olarak en iyi buradan anlatabilirim çünkü. Sinir krizleri normal, anksiyete normal, depresyon normal. Herkes yaşar. Stabil bir mutluluk çizgisi çizmek çoğu günler için mümkün değil. Beraber aşarız diye düşündüm. Davranışlarıma çeki düzen vermeye, zamanı bir lütuf olarak görmeye başladım. Uzakta olan arkadaşlarımla sohbet ettiğim, ailemle keyifli çay saatleri yaptığım, sevdiğim sevildiğim bir zamanın hayalini kurdum. Gerçek olmasına karar verdim. Perşembe günleri insanı oldum. Hafta sonlarını beklememeye, hayatı kendimden uzaklaştırmamaya karar verdim. En iyi insan her günün, her saatini, her saniyesini yaşayandır dedim. 

Uzun lafın kısası, çok pozitif, çok motivasyon dolu bir yazı oldu. Bir süre boyunca her gün dünya üzerime çöküyormuş gibi hissedip ağladım. Hem kendime ağladım, hem de diğer insanlara. Çok acayipti. Karanlık bir ruhun gölgesinde yaşadım azıcık. 


Yayınlamaktan da emin değilim şu yazıyı. Güzel yazamadım. Ama point kesin, all of our days are numbered, we cannot afford to be idle.

İyi akşamlar! :)

*Yani ben bunun üzerine biisssürüüü yazı eklerim, bu karmakarışık olanı görmezden geliriz, hah?:)

15 Kasım 2015 Pazar

There is still h o p e

Ben inanıyorum.

Şu bulduğum güzel editler, umutsuzluğunda boğulan (sınav olur, dünyanın hali olur, psikolojik sorunlar olur, her şey) tüm herkese gelsin.

Yüzüklerin Efendisi sevin, sevdirin.




10 Kasım 2015 Salı

the destructive character - a playlist (#4)

rewarding the destructive character, all the muses that exist i've made a playlist consisting of nick cave, rowland s. howard (+ lydia lunch), mick harvey and einstürzende neubauten.

rowland s. howard- the golden age of bloodshed
lydia lunch- some velvet morning
the birthday party- deep in the woods
nick cave & the bad seeds- i let love in
rowland s. howard- dead radio
einstürzende neubauten- ich bin das letzte biest am himmel (1990, live at düsseldorfer philipshalle)
einstürzende neubauten- blume (english)
mick harvey- photograph
the birthday party- shivers
rowland s. howard- (i know a girl called) jonny
nick cave & the bad seeds- loverman
mick harvey- i don't want you on my mind
einstürzende neubauten- bakterien fuer eure seele
einstürzende neubauten- letztes bild
nick cave & the bad seeds- give us a kiss
rowland s. howard- autoluminescent

all of these songs are available on spotify. i don't guarantee that you'll like them though.






9 Kasım 2015 Pazartesi

Özetlersek

Einstürzende Neubauten şarkıları, Louise Belcher tarafından özetlenmiş şekilde:



Nick Cave & The Bad Seeds şarkıları, Gene Belcher tarafından özetlenmiş şekilde:



Rowland S. Howard şarkıları, Tina Belcher tarafından özetlenmiş şekilde:



/kaynak tumblr/

5 Kasım 2015 Perşembe

Nick Cave x Susie Bick


“The first time I saw Susie was at the Victoria and Albert Museum, well, she came walking in and all the things I had obsessed over for all the years, pictures of movie stars: Jenny Agutter in the billabong, Anita Ekberg in the fountain, Ally McGraw in her black tights, Barbara Eden and Elizabeth Montgomery and Abigail, Miss World Competitions, Greta Garbo and Jennifer Jones and Bolshoi ballerinas and Russian gymnasts, Botticelli and Francois Boucher’s The Birth of Venus, the young girls at the Wangaratta pool lying on the hot concrete, all the stuff heard and seen and read and felt, Caroline Jones dying in Elvis’ arms, Jackie O at the funeral, Tinker Bell trapped in the door, Bert Stern’s final Monroe photos, all the continual never ending drip feed of erotic data, the great and the small came together at that moment – collided in one great big crash bang and I was well lost to her. And that, as they say, was that.” 

4 Kasım 2015 Çarşamba

Ritim Ve On Birler

Hayatın belli başlı ritimleri diğerlerinden ayırınca daha iyi olduğunu düşünüyorum. Aynısı bazı filmler, hisler, hava durumları için geçerli. Şuan mesela Einstürzende Neubauten- Letztes Bild dinliyorum ve uzun zamandır dinlediğim en huzur verici ritimlerden birine sahip olduğuna kalıbımı basabilirim.

Size hayatımın muazzam olduğu anı anlatacağım, zor bulduğum bir üçlemeye lütfen dikkat verin. Okumak üzere olduğum kitap en sevdiğim yazardan. Kitabın sinema uyarlamasının başrolünde ise en sevdiğim aktör var. Tüm bunlar yetmemiş olacak ki, filmin müziklerini en sevdiğim sanatçı yaptı. Bu evrenin senin için bir araya geldiğini gösteren unsurlardan biri değil midir? Bu evrenin önüne bir sürü on bir dizmesi değil midir? Ben işte böyle anlar için yaşıyorum. Bunların farkına varılması gerek, bunların çözülmesi gerek.

Geçen gece miydi neydi, çocukluğumdan beri sevdiğim Signs'ı izledik annem ve kardeşimle. Siz film izlerken nasılsınız bilemem ama ben oyuncuları, yapımı, did you know? kısımlarını, yapım hatalarını incelemekten keyif duyarım. İzledikten sonra da eleştirileri genelde okurum. Signs için yapmamıştım bunu, çok ilginç. Direk filmi yazı mı yapsam da isteyen spoiler'a doya doya okusa diye düşündüm birden o yüzden evet evet başka yazı.

Ben sabah playlisti mi yapsam acaba. Sonbahar sabahları normal sabahlar gibi değilmiş, onu tecrübe ettim. Akşamları da aynı şekilde, değişik ritimler istiyor.

Bugün sürekli blogdayım, hadi hayırlısı :)

Yazdık sonra kafama dank etti de, okumak üzere olduğum kitap diyorum ama hiç başlayamıyorum yine bir sürü kitap birikti. Bu sefer okuyacağım. Çok heyecanlandım.


Jeoloji okumak istemeseydim ve güzel çizen, vizyonu olan biri olsaydım kesinlikle mimarlık okumak isterdim. Tasarıma hayranım. Güzel tasarıma ölebilirim. Bir sonraki yazıda kısmet olursa, iç ve dış mimaride beğendiğim örnekleri paylaşacağım ^^

2 Kasım 2015 Pazartesi

"They do not see what lies ahead, when Sun has faded and Moon is dead."

26 Ekim 2015 Pazartesi

Öyle yakın, öyle uzak

Acayipli bir rüya gördüm. Aslında gerçek hayatta hislerimle barışık bir kişi değilimdir, sanki hissetmeyi bile hak etmiyormuşum gibi gelir. Şöyleydi, bir yere gidiyormuşum ve orada herkese biri eşlik ediyormuş görevli olarak. Güvenlik sebepleri midir nedir o görevli ile aranda belli bir santimden fazla mesafe olamıyormuş. Ben benim görevliden ilk uzaklaşıyorum, alarmlar çalıyor belimden sarılıyor bana ama daha fazla yaklaşınca ise kendinden uzaklaştırıyor sınırlar dahilinde. Öyle yakın, öyle uzak. Zaman geçtik sonra aşık olmuşuz, o beden bütünlüğü huzur veriyor. Bir yere gitmişiz ve o nedense gel, işte tam burası, uyuyalım demiş ve soğuk mermere uzanmış. Kaldırmaya çalışmışım, gitmişiz. Sonra öldürülmüş.

Evren ne yakın olmamıza, ne uzak olmamıza izin vermiş. Rüyamda kimi gördüğümü hatırlayamıyorum, sonlara doğru aslında aynı kişiyi farklı bedene koydum ama bunu uykudan uyanınca da kendim düşünmüş olabilirim.

Uyanınca hislerimle aramı düzeltmek istedim.
Yani bilmiyorum, başka insanlarla, hiç tanımadığım bilmediğim insanlarla, belki gerçeklikte belki çiçeklerin yüzdüğü bir değişik diyarda bir sürü on bir görürüm ve takip ederim. Emin de değilim.


Çok güzel rüyaydı, dönüp orada yaşamak isterdim, ama rüyamdaki sevdiceğim öldürülmeden öncesi tabi.

7 Ekim 2015 Çarşamba

the sun the trees the breeze the life

Kendimi o kadar işlevsel, pozitif, hayata hazır hissediyorum ki bunu bloga yansıtmadan geçmek istemiyorum. Şu anlar 'rare' yaşanıyor hayatımda. Anxiety, toplumun 'sosyal' insan algısı, genel kaygılar, huzuru bulamama korkusu derken, doğal değil de nedir bu yaşadığım heyecan.

Kendimin farkında olmaya karar verdim. Kalp atışlarıma kadar hissedebildiğim, rüzgarın tenime, saçlarıma kısacası bana dokunduğu şu gün, her şeyin dönüşünde bende dönmeye karar verdim. Uzun zaman sonra biri bana 'Zehra artık uyan' dediğinde yataktan hemen kalkabildim, kahvaltıdan hoşlanmasam dahi kahvaltı yaptım. Bu bir gelişmedir bence. Günlerdir sadece akşam yemeğinde bulunuyordum, onu da ben hazırlıyordum zaten.

Bir ara faydalı bilgiler kapsamında şuraya bir şeyler karalamayı düşünüyorum.

Aaaa karalamak derken aklıma geldi. Dün gece burada müthiş bir rüzgar, gök gürültüsü, yağmur üçlüsü vardı. Sonra saatler geçti geriye müthiş bir rüzgar kaldı. O rüzgar boyunca ben kafamda çok güzel şeyler karaladım. Biraz karanlık kurguydu ama ben beğenmiştim. Belki geç saate kalırsam (ki artık haşa, ailem baya kızmaya başladı bu konuda, uyanamıyormuşum -.- ) ve hava aynı olursa yazarım.

Güzel bir gün geçiriyorum ve işlevselliğimi korumak adına şuraları terk ediyorum. En kısa zamanda Playlist #4 gelecek ve çok güzel olacak. Yol okunacak, oda toparlanacak, bir sürü yemek yapılacak (best therapy ever).

Görüşelim dostlar. Bugün öyle hep yaşadıklarımdan farklı.

(Discussion a yorum bırakırsanız bilin ki, biraz daha yorum bırakıldıktan, herkes fikrini belirttikten sonra tek tek dönüş yapacağım :) )

5 Ekim 2015 Pazartesi

Rüyamın tamamı acayipti. Ama her şeyi geçeyim, No Country For Old Men'in (en sevdiğim kitabın) soğuk, mükemmel (!) saçlı katili Anton Chigurh sevgilimdi. Onu bunu da geçelim, yine katildi. Kendisinden götürülmüş bir şey yoktu, o öldürürken kullandığı parça bile yanındaydı. Ama yanımda normal birisi oluyormuş. Yine sevecen değilmiş, ama normalmiş. Sadece sevgilimmiş. Benim sevgilim anca böyle oluyor diyor, Javier Bardem'le ve filmleriyle ilişkimi bir süre kesiyor, herkese mutlu bir gün diliyorum. Güldürdüm sizi baya şu saatte.

Anton Chigurh nedir yahu...

4 Ekim 2015 Pazar

Daniel Craig on the cover of ST Culture

Embedded image permalink

Şu blogun ismini bir ara açıklamayı düşünüyordum, olurda merak etmiş olan varsa diye. Sinatramavisi, çünkü Frank Sinatra'nın müthiş mavi gözleri vardı ve lakabı Ol' Blue Eyes. Neden olmasın deyip koymuştum 9. sınıfta.

Şimdi bu cover'ı gördüm, aşık oldum! Daniel Craig ne güzel adam be. Gözlerine, yüzüne, yün kazağına, kapak başlığına, her şeye hayran oldum!

Ve tabi bu güzelliği sizlerde görün istedim! :p

3 Ekim 2015 Cumartesi

Gece için planım, Dr. No!
Bir ara başlamıştım Bond maratonuma ama hemen kesmek zorunda kalmıştım. Gece Sean Connery ile randevum var^^ Bana katılmak isteyen bildirebiliiiiiiiir.

Defending Summer

Yahu hep birkaç paragraf yazıyorum, sonra siliyorum. Olmamış gibi geliyor, yapacak bir şey yok. İyi de o an toparlayamadıklarımın düzenli yazılacak haliydi, hemen bir gün yazılabilirmiş gibiydi. Yazılmıyormuş. Şuan 2 Ekim cuma saat 18.10 artık yazayım, bu yük benden kalksın derdine giriyorum. Güncelleme, kaldığım yerden devam ediyorum, saat 23.57, baya uzun ara verdiydim.


Mükemmel bir dünyada Tom aşkın büyüsüyle çiçek gibi coşan herkesin aradığı karakter. Lakin biz öyle bir dünyada mıyız? Haaayır. Normalde herkesin istediği böyle sevilmek değil mi? Yoğun, etkisini yitirmeyen, ortak noktaların çiçekler açtırdığı ilişki. Neden olmasın. Bir şeyi sadece birine anlatmış olalım, hayatımızın bir yönünü sadece Tom görsün. Aşk gerçek, aşık olunca hayatın kendisi gerçek. Sabah uyandığımda bazen en çok istediğim şey You Make My Dreams sahnesini çekmek. Tamam cıvıtmaya başlamak üzereyim, ama sabahlar en iyi olduğum alan değil. Güzel bir gece geçirip sabahına Tom olmak istiyorum.

Ne demiştim? Mükemmel bir dünyada değiliz. Bu doğru değil. Her şeyden evvel karşındaki aşka inanmıyorum derse bir kere beklentini düşürmen lazım. Tom gerçi The Graduate'i yanlış yorumlamış insan (bende yanlış yorumladım kime laf atıyorum tövbe öf), doomed love storyleri anlatan müzisyenleri dinleyen, hayatının aşkını bulamadan mutlu olamayacağına inanan insan. İşaretleri de yanlış okuması mümkün değil mi? Ayrıca kendini anında kaptırma huyunun olduğunu "It's Amanda Heller all over again" lafından arkadaşları Rachel'ı aradığında anlayabiliriz. Bu adam, Summer'ı ilk kez 8 ocakta görüyor değil mi? Narrator diyor ki "Tom meets Summer on January 8th. He knows almost immediately she is who he has been searching for" bunu nasıl bilebilirsiniz? (Yazar 2013 yılında birisiyle ilgili bir şeye denk geldi arkadaşlarından birine 'bu benim ruh eşim galiba' dedi halen daha kararın arkasında) Of parantezler derken ben niye kendi argümanıma ters düşüyorum yahu. Ne bileyim, benimkisi aşk değil düşünce, laf zaten. Oh iyi argüman daha sağlam.


Tom'un pek çok filmdeki pek çok erkek karaktere göre farkı, filmin onun internal dünyası hakkında dönüyor oluşu belki. Film bir aşk hikayesi değil, narrator bunu söylüyor zaten. Tom'un gelişmesini görmüyor muyuz? Umutsuz aşıktan yetişkinliğe doğru gidiyor olay. Filmin ilk zamanlarında bu adam kart yazmıyor mu, ama bir mimar değil mi? Filmin sonunda bu adam yahu ben mimarım ne işim var burada diyerek büyüyor, kendini geliştiriyor. Summer onu geliştiriyor, adeta çocuğu mezun ediyor. O kadar kötü olamaz sanırım bu karakter, bence en azından.

Herkesin hayatının böyle bir sahnesi var. Ciddiyim yahu. Yıkıldığınız, yıldığınız, evden çıkmadığınız, evden abur cubur almak dışında dışarıya çıkmadığınız, evrenin size düşman olduğunu düşündüğünüz bir an mutlaka oluyor. Ben mental stabilite adlı köpeğimin tasmasını kaybettiğimden senede belki 52 defa yaşıyorum bu durumu. Ama 53 defa kalkıyorum. Bu bir ders. Hayatta yaşadıklarımdan pişman olmuyorum, karşımdakini suçlamıyorum. Hatayı kendimde arıyorum. Biraz Tom'u suçlayın :(

Şimdi biraz Summer olsun. Aşka inanmıyorsun, olabilir, olamaz değil bir dönem herkes öyle düşünmüyor mu zaten? Bir sürü kişiyle ilişkin olmuş, araya hayat girmiş ve sürmemiş. Umurunda olmamışlar. Karşına Tom çıkıyor sonra. Kulaklıktan dinlediği parçayı duydun ve ilgini çekti. Olamaz mı? (Yahu vallahi oluyor. Aynı şarkıya aynı olayı bir kızla yaşadık.) Genel anlamda yeni hayatımıza dahil olmuş insanların bir ilginçliğinin olduğunu düşünüyorum. Tom da böyle biri bence. Güzel özelliklerle harmanlanmış, hayatındakilerden farklı, bakış açısı ile aklını yerden yere vurabilecek bir oğlan. Neden olmasın? (çok mu kullanıyorum şu iki kelimeyi bana mı öyle geliyor.)

Bir yandan ise inanmadığı aşk olgusu ile çelişki durumuna düşmek istemiyor. Bu sebepten aşadıkları boyunca kullandığı cümleler biz arkadaşız, sana kesinlik veremem, bunun gibi şeyler arasında gidip geliyor. Dürüstten öte bir şey değil. Dürüstlük suç mu >.< Bu yeni akım. Bunu okuyan şahıslar yeni akım lafından sonra sövüp saydılar. Kaç evlenen insan var bu devirde? Bir ünlünün sayfasına girdiğinizde 'hayat arkadaşı' olarak çıkıyor. Kim bir şeyi belirginleştirmek istiyor ki artık? Ben. Yahu yine araya girmesem olmazdı ama ben sdfghjkl. 

Bu terk edilme korkusuyla oluşan bir şey belki. Emin değilim. Terk edileceğime şu yaşananda bir boşluk bulup ben terk ederim dercesine olan bir şeymiş gibi düşünmeme sebep veriyor. Her neyse yine saptım galiba dur nerede kaldığımı bulayım. Summer! Filmin ortasına kadar hiçbir şey hissetmediğini düşünüyorum. Kendisini haklı çıkaracak şekilde de bunu hep belirttiğini. Ortasından sonra o da kendini sorguluyor. Hani inanmadığım şu aşk gerçek mi, ben bu adama aşık mı oluyorum diyordur. Çünkü filmin sonunda evlendiği adamla neden evlendiğini açıklarken işte sende emin olamadığım şeyi buldum gibi bir laf ediyor. Şimdi bunu okuyan Tom savunucusu bana soracak, tamam işte Tom'u terk ettiğini için yine kalpsiz, cani oluyor, çünkü o da hissetti, bunu nasıl açıklıyorsun? Şöyle açıklıyorum, yaşananın 'ortası', sonlarına doğru oluyor kızımızın kendisini sorgulaması. Aradan kendisini sorgulamasını gerektirecek kadar zaman geçiyor yani ama filmden çıktıktan sonra emin oluyor, aşık değil. Ki o arada da sürekli arkadaşlık bahsini sürdürüyor.

Summer'ı nerede suçluyorsun diye merak ediliyorsa, o da sanırım kendi zevklerini reddettiği an. Ben kendi sevdiğim şeylere o kadar değer biçiyorum ki, bunu bir başkasına olan hislerimin, ya da olmayan hislerimin değiştirmesinin mümkünatı yok. Bugün sevmediğim biri bana lotr'dan bahsetse, aynı ilgiyle konuşurum. Ama Tom'un hazırladığı mixed tape'i dinlememiş ya da dinlediyse dikkat etmemiş oluşu (bana sevdiğim mixed tape yapsa yapımcılara kadar yalar yutarım NET) kalbimi kırıyor. Birde Ringo Starr plağını gösterince tepki vermeyince bende gidip Summer'a tepki vermemek istiyorum^^.

Şimdi aklıma geldi yine, Summer'ın Tom'a en azından nişanlandığını bildirmesi gerektiğine inanıyorum. Hani hislerin yoktu, arkadaş olarak görmüşsündür, mutlu anında yanında istersin evet anlarım ama birinin sana karşı hislerini biliyorsan en azından ne etkinliği olduğunu bildir. Gerçi Tom'da sonra evet canım tabi arkadaşız dercesine davranıyordu galiba vallahi izlemeden yazıyorum tam hafızamdan değil, o bile onun suçu olabilir dsfghjfds (event e gitmesi açısından bakarsak)

Cinsel boyutta yaşananları düşünürsek, bunu herkes yanlış yorumluyor galiba. Benimde başıma gelse bende öyle yorumlarım herhalde. Sadece, şu tür şeyler için ille birine aşık olmanıza gerek yok. Bir ilişkiniz olmasına gerek yok. En azından bence durum öyle. Şu yaşadıklarına ek olarak güzel seks yapmış, yeni şeyler denemiş iki insan işte. Bunu toplum yaratıyor. Bunlar adeta yazılı olmayan kurallar gibi. Gidin sevişin. Yine kendimle çelişiyorum ama neo düşüncelere rağmen ben yine sevdiğimle olsun, tek o olsun Marshall ve Lily olalım düşüncesindeyim ağağağğğğ yıldım. Filme tamamen ters bir kafadayım.


Yahu ben bu cinsellik olayını algı sebebiyle bir üç beş paragraf yazarım sanıyordum ama artık düşünmekten beynim yandı bu konu üzerine uzattıkça saptırıyorum, sıkıldım vallaahaaa. Bu konuda sıkıntısı olan vatandaşlar yorum bırakmakta özgürler, her zaman tartışmaya varım.


Bonus: "Joseph Gordon Levitt explained his character really, starting that he was selfish and projected delusions to a girl who had made it clear that she wasn't looking for anything serious. While you could argue that what she did by being physically intimate gave him the wrong message but ultimately, he's the one who set himself up for heartbreak thinking she was going to be more despite her making it crystal clear nothing would serious would happen."


Bonus Summer savunması: Kız Tom'u adeta yetiştirip, mezun ediyor demiştim ya, bu sebepten de iyi bir karakter olduğunu düşünüyorum. Yaşananlar çerçevesinde Summer'dan istediği kadar nefret etsin, o Tom'un son yaşadığı aydınlanmalar, hayatını düzene sokması, cevaplarında bile düzelme olması, hatta şu ilk Summer'ın koluna binaları o olsa nasıl düzenlerdi vs çizmesi ve bir yerde mimarlığın güzelliğini kavraması işte bunlar hep o kıza ilişkilendirebileceğimiz olaylar. Bir yerde hepinizin Summer'a ihtiyacı var.

Bir ilişkide sürekli rol değiştirip Tom ya da Summer olabildiğimden, zor geliyor. İkisini de düşünmeden edemiyorum mesela. Ben Summer olsam ve Tom'un karakterini definite bilsem, asla bulaşmam. Gerçi Tom sanki sırf bu yüzden bile ekstra bulaşılası olmuş olabilir. Tom olsam, gelecek beklesem ilişkimden aynı şekilde Summer'a bulaşmam. Her şeyde arkadaşız olm biz diyor kız adeta. Acı sebebi. Ölüm sebebi. Başlamadan bitiriniz.

Ben, ben, Zehra, şu blogun manyağı, şu yazıya karşımdakine Summer'ı haklı çıkartıp, Tom karakterini çökertmek için yola çıktım. Bu da benim egomun sonucu. Yalan söyleyemem yani, bir fikri değiştirebileceğim düşüncesi baya hoş geldi. Asıl sonuç ise iki karaterin doğru olduğu, biraz biraz ikisininde kusurlu olduğu, birbirleri için yaratılmamış oldukları. Nitekim, ben Tom ya da Summer olsam karşı taraf için minnettar olurum gelecekte. Deneyimlerin hası.

Tom olan tüm kızlarımıza, erkeklerimize: gördüğünüz gibi the one damgası yapıştırmayın. size arkadaşlık damgası yapıştıran arkadaşın bu lafını duymamazlık etmeyin. autumn'ları görmemezlikten gelmeyin (geçenlerde autumn olduğumu fark ettim, kısmet artık öf).

Şimdi mesela baya yoruldum. Saat 01.08. Buna önce bir sürü güzel görsel ekleyip, sonra previewleyip okuyup yayına geçireceğim. Umarım okuyan yeterli bulur. Aslında of, düşünüyorum da, herkesin bir romance anlayışı var. Ya da kiminiz aseksüel, kiminiz aromantik (böyle miydi ya da değil miydi bu kelime tövbe). Sevin ya da sevmeyin.

Mühim özet: düşünceler değişken, ben bile yazarken kimi yerde ikisine de hata buldum baya, sonra bazılarını geçirmedim bile ama saatler çarptı beni artık ne yazmadığımı da hatırlamıyorum. Çok karışık geldi diyen olursa, yorum bıraksın. Boş bir günümde vallahi düzeltirim. Ama anladığım o ki, inat etmesem yazacağım bir şey değildi. Çok detaylı. Hele zaten cinsellik boyutunu atlayarak geçtim neredeyse. Çok takılmayın bence. İki karakteri de sevin, hiçbirinden vazgeçmeyin. İkisi de olun.

Şuna güzel şarkı bırakayım dedim ama dur bir düşüneyim.

Bir an sırf the one muhabbeti çektiğimizden ötürü RW- She's the One deyim dedim. Yahu aslında olursdfghjgf o olsun o.

Çok yoruldum artık görsel eklemeye gidiyorum. O kadar şeffaf bir blog yazıyorum ki, processlerden haberdar ediyorum okuyucuyu.

Hata varsa cidden bildirin yazarken kafamı yitirdiydim.

*