30 Kasım 2015 Pazartesi

Loin Des Hommes - Far From Men

Uzun bir aradan sonra yeni bir şeyler izlemenin içimde yarattığı muazzam coşkuyla film yazılarına devam kararı aldım. Hatırlarsanız ağustos ayında izlemek istediğim beş filmi yazmıştım. Loin Des Hommes bunlardan biriydi.


Filmi nasıl izledim? Sürekli sinemaları takip ettim ve baktım ki Kıbrıs'ta izlemenin bir yolu yok. Çok üzüldüm. Digitürk'te kanalları gezerken moviemax festival'de reklamda ne göreyim? Loin Des Hommes! Şimdi dedim kendime, sabah erken uyan, sabahki gösterimi izle. Peki Zehra nasıl biridir? Sabırsız! 21.30 gösterimini izledim ve şimdi size her şeyiyle yazıyorum.

2014 yapımı olan Loin Des Hommes, Albert Camus tarafından yazılmış olan Konuk adlı kısa hikayeden uyarlamadır. Filmin yönetmeni David Oelhoffen. Başrollerinde Viggo Mortensen bebeğim ve Reda Kateb gibi isimler var. Lokasyon Cezayir, senelerden 1954. Tahmin edilebileceği üzre dil Fransızca. Filmin müziğini ise kim yaptı söyleyeyim mi? *Davullar lütfen* Nick Cave ve Warren Ellis ikilisi!

Bu ikili çok güzel orijinal film müziklerine el attılar beraber. Viggo ile ikinci kez bir filmde buluşuyorlar ayrıca. Bundan daha evvel şuan kitabını okumakta olduğum Yol (The Road, 2009) adlı filmde de beraber çalışmışlardı.

Konusuna gelelim. Bilirsiniz, sevmediğim bir iştir konu anlatmak. Özelliğini kaçırmıyor mu? O yüzden bir iki cümleyle hemen geçeceğim! "Two very different men thrown together by a world in turmoil are forced to flee across the Atlas mountains. Daru, the reclusive teacher, has to escort Mohamed, a villager accused of murder." diyor IMDb. Bu arada filmin oradaki rating'i 7,4.





Ben bu filmde neyi beğendim?


Viggo Mortensen'in Fransızca konuşmasını. Adamın elinden her iş geliyor. 


Konuyu. Gerçekten değişik bir film, bakış açısı, güzelliği. On numara.


Sinematografi'nin en iyisi. Scenery muazzam, çekimlerin durgunluğu efsane.


Sıkıcı değil. Bu tür filmlere ben bile ön yargı ile yaklaşıyorum. Kim dayanır bunlara diye düşünüyorum ama yok anam. Loin Des Hommes öyle deeğiil.


Soundtrack. Hatırlatmama gerek var mı? Nick Cave'in piyanosu, Warren Ellis'in kemanı derim, gerisi size kalmış.


Ben ağladım bu arada izlerken. Yanımda bizimkiler olmasa daha da çok ağlardım emin olabilirsiniz.


Veee unutmadan söyleyeyim, Reda Kateb adlı aktör ile tanıştığım film oldu, o da çok iyi oynadı rolünü. Umarım onunda filmlerini izleme fırsatı bulurum.



*



Alttan alttan düşündüğüm şey, ah keşke Viggo Mortensen'le evlensek.

*

Herkese çok sevgiler. Ben izlerken iyiki listemdeydi dedim. Saatlerinize değecektir. İyi seyirler.

NOT: Bu akşam saat 6da mmx festival'de var! (30kasım) Kaçırmayın! Ben tekrar izliyorum^^

Mevsim Sonu?

Sonbahar bitti! Göz açıp kapayıncaya dek bitti. Üzülmedim diyemem, gap year'ımın sonbaharı hiç sonbahar gibi değildi, yaşayamadım sayılır. Pek yağmur yağmadı, havalar yeterince soğumadı, çok fazla gün batımı izleyemedim.

Şimdi önüme açtım, sonbahar listemi okuyorum. Neleri yaptım, neleri yapmadım gibisinden gelin inceleyelim. Bir sürü playlist demişim, tik! Oldu bu. Cavesloverman, Nord, Autumn 2015 vs derken birkaç tane oluşturdum, hatta Half Past Two adında gece yarısından sonra dinleyeyim diye bir yenisine daha başladım.

En az yirmi, otuz kitap demişim, ufak atsaymışım civcivler yeseymiş. Evet evde okumadan biriktirdiğim bir kenara koyduğum kitaplar rahat bu sayıyı geçer ama bende ki okuma hevesi sönmüş, imkansız bir hedefmiş bu. Öte yandan Cormac'ın Yol'unu dün yeniden açtım, okuyorum yavaş yavaş, çok güzel anlatımlarla dolu, okuyunca yazısını mutlaka yazacağım.

İzlenecek Filmler listemi büyütecekmişim. Evet, yani bir nevi. Bir yere yazmadım ama aklımın hep bir köşesine gördüklerimi ekledim. Listeden de film izledim. Loin des Hommes! Çok çok çok çok güzeldi. İzleyeceğim bir film daha var bu sıralar, sonra ikisinin eleştirisi burada olacak, umuyorum.

Belki bir işe girerim diye düşünmüşüm. Olmadı, zira anxiety diye kocaman bir duvar var önümde. Olsun, ne diyelim.

Bir sürü sosyal ağdan çıkarım uzaklaşırım demişim, o da olmamış. Well, bağımlıyım yapacak bir şey yok. Amaaaan tek derdim onlar olsun!

Bahçede iş varmış. Zeytinler sayılır mı? Sayılır bence. Baya iş gördüm üç arazide. Yazısı var aşağılarda, okumadıysanız bir inceleyin^^

Şiir okumaya başlayacakmışım. Oldu bu. Sevdim, çok sevdim.

Sonbahar listemin sonucu böyleydi. Kimi şeyler gerçekleşmiş, kimisi ohoo yalan olmuş. Önümüzdeki mevsimlere bakacağız artık.

Şuan heveslenmedim değil... Bir kış listesi yapayım bari.



28 Kasım 2015 Cumartesi

*





“He poked his head above the roof of the leaves … the sun was shining brilliantly, and it was a long while before he could bear it. When he could, he saw all round him a sea of dark green, ruffled here and there by the breeze; and there were everywhere hundreds of butterflies.”

23 Kasım 2015 Pazartesi

Zeytin

Merhaba!

2015 için zeytin toplama sezonunu dün kapattık. İşe giriştiğimizden beri aklımdaydı, bunlar bir yazı haline getirilecekti, gidilip görülen yerler herkesle paylaşılacaktı. Ara sıra karşıma çıkan insanlara hikayelerin bir kısmını anlattım ama büyük çoğunluğuna zamanım olmuyordu.

            



Zeytini ilişkilendirebileceğimiz pek çok şey var. En önemlisi barış olsa gerek. Hoş, ben klasikleri ya da böyle konulardaki tarih kitaplarını okumadığım için az biraz yabancıyım. Bir iki ufak tefek şey haricinde günlük yaşamda olan şeylerin sembolize ettiği şeyleri bilmiyorum. Benim için zeytin verimliliğin sembolü. Dolu dolu, sarkmış yeşil yeşil dallar, siyah, yeşil ve geri kalan tonlar derken bolluk, bereket. Belki gerçekten öyledir, araştırmadan, kendimce yazıyorum şuan.


Ağaçların çoğunun hikayesi var. O ağaca tırmanan, yukarıdan zeytinleri döken babamın da anlatacak hikayeleri var. Gidilen arazinin, etrafın kısacası görüp görebileceğin her şeyin seni durdurup sana bir şeyler anlatmak istemesi ihtimali var.

Ekim, kasım derken yapılan bu işe ben çocukluktan beri katılıyorum aslında. Belki üçüncü, belki dördüncü. Anlatılana göre bebekken bile gelmişim. Babam son zamanlarda yaptığı işin ağırlığına kıyasla buna her gün olsa her gün yaparım düşüncesiyle geliyor, annem ise hayatını Samsun, Amasya ve çoğunlukla İstanbul'da geçirmiş bir insan olarak Akdeniz'i doyasıya yaşamanın tadını çıkartıyor. Ailede herkes böyle düşünmüyor tabi. Mesela halam hiç sevmez, amcam ve yengem dünyanın en hevesli insanları olmayabilir, babaannem ise o ağır işlere karışırsa hastalıklarıyla birlikte aramızdan ayrılma tehlikesi geçirebilir.

Kendi ürününden faydalanmak, siyah zeytinini tuzlamak, çakızdez (taşla ezilen yeşil zeytin) yapmak, değirmene gidip zeytinyağını sıktırmak evet, aşırı güzel şeyler. Bir diğer güzel olay ise bu sayede Çatalköy'ü gezmiş olmak. Çatalköy'ün görmediğim yerlerini gördüm, çok güzel gün batımları izledim, rüzgarlar esti üşüdüm. Altı yaşındaki kuzenimin elini tuttum, van arkasında kızıl gün batımları altında eve gittik. Gülümseyen insanlar oldu, el sallayanlar oldu. İnekler, koyunlar gördük. Dağ ve deniz manzarasına doydum. Çam kokusunu içime çektim.



Hikayelere gelelim. Tabi ben bu on yedi senelik hayatımda babamlara kıyasla çok az katılmış oluyorum toplama işlerine. Dedemin hayatta olduğu, babam ve amcamın okulda öğrenci oldukları yıllarda cep telefonu yok. O gün zeytine gidilecekse, hiçbir işi olmuyormuş dedemin. Zeytini bölüp, şuan babamlar gibi işe gitme dertleri yokmuş. Hal böyle olunca dikkatlerini verebiliyorlarmış ve çok fazla ağacı bir güne sığdırabiliyorlarmış. Zeytini bölebilecek tek şey hava durumuymuş, ancak yağmur yağarsa, sert rüzgarlar eserse eve dönerlermiş. Okula giden babam ve amcam, genelde dedemlere okul bittikten sonra katılıyorlarmış. E peki yemek? Yemek yemiyorlar mıydı bu insanlar çalışırken?

Kürekle arazide bir ufak çukur kazıp, etrafını taşlarla döşüyorlarmış ve kuru dalları atıp ateş yakıyorlarmış. Sonra patates, yumurta, artık ne getirdilerse yanlarında pişiriyorlar ateşin içine atıp. Belki yarım saat, bir saat mola verip sonra işin başına tekrar dönüyorlarmış. Biz bunu denedik amcamların arazisinde. Bir aile geleneği olarak güzel ama bizimkiler yedikleri gibi mayışıyorlar, olmamış...

Asırlık ağaçlar da mevcut kimisinde. Örneğin öyle yaşlı bir zeytin ağacı var ki, adeta içinde bir insanın yaşayabileceği güzel bir oyuk var. Kıvrımları, kökü derken ellerimi ağaca sürtüyorum ve ağacı yaşıyorum. Görkemli ağaçlar, küçük ağaçlar, dolu ağaçlar, bir iki dalı hariç zeytini olmayan ağaçlar... En son gün (ki ben gitmedim) annemler bir ağacı üç saatte mi ne dökmüş, öyle büyüktü.

Bazıları ise sorumsuz insanlardan nasibini alıyor. Çobanlar önemsemiyor ama otlattıkları hayvanlar yere uzanmaya yakın olan dalları kemiriyor ve o dallar kuruyup çalılaşıyor. Bu sorumsuz insanlardan biri babam da olabilir, ağaçları budamadığı, iyi bakmadığı için etraflarına toplama evresine geçmeden evvel 10-15 dk uğraşması gerekiyor. Ne güzeldir ki, hepsi bir elden aradan çıktı ve bakımları yapıldı.

Üç arazi gezdim Çatalköy'de. Amcamın arazisi düz, alıç ağaçları var çok tatlı. Babaannemin ise kuru diken dolu! Ayaklarımıza, ellerimize her tarafımıza battı ve çığlık atarak bitirdik orayı. Sade bir yerdi, dağ manzarası çok güzeldi. Eeeeen sevdiğim ise bizimkisiydi. Çamlık, sessiz, deniz ve dağ manzaralı muazzam bir alan. Dallarda olan tüm zeytinler olgunlaşmıştı ve barındırdıkları yağlar sayesinde hepsi parlıyordu. Kimi ağacın altından, yerden topladığımız olgunlaşmış zeytinler dallardan fazlaydı hatta.





Aaa bak bizim arazide komik bir olay oldu onu anlatayım. Bizim araziye giderken doğa evleri diye bir site mi ne var ondan geçiyorsun. Bir kapı var, kapının sürgülerini çekince alan tamamen babam ve halamın. Her neyse. Biz de oraya çok gitmedik. Doğal olarak çok tanınmıyoruz site üyelerince. Veletin biri, tahminen maksimum yedi, sekiz yaşında ben zeytin dolu kasayı babama taşıyacakken bana bağırdı "Zeytinleri toplamayın beaaa!!!" diye. Kasayı bırakıp, arkamı dönünceye kadar koştur koştur pencereden uzaklaşmış annem öyle diyor. Yea sen gelip bir bana sorsana? Sonra bağırarak gülmeye başladım, kendimi tutamadım. Kendi yerinde hırsız zannedilmek başkaymış dostlar.



Bu zeytine giden yol:








Düşündüm de, barışta bir verimliliktir.



Son olarak söylemeden geçmeyeyim, zeytin dedim ama resimlerin yarısı başka zamanlar. Olsun siz o saat zeytine gittiğimi, bunların da zeytin harici gördüklerim olduğunu bilin. :)


The Feels

Hello hello!

Zeytin toplama macerası bugün bitti. Ben uyumayı tercih edip vedalaşamadım güzel ağaçlarla, az biraz üzgünüm bu konuda. Ne zamandır zeytine gidiyorum bende bilmiyorum. En kısa zamanda telefonumdaki fotoğrafları bilgisayara aktarıp, anıları derleyip, o gün yeyip içtiklerime kadar sizlere hepsini aktarmakta kararlıyım. Çok güzeldi, çok güzeldi.

Duygularım hakkında şeffaflaştıkça dengesizleştim. Mutlu hissedince dans ediyor, şarkı söylüyor, buraya gelip bir şeyler paylaşıyorum mesela. Öte yandan sinirlendiğimde veya üzüldüğümde kalp kırıyorum, benimki dahil. Ağladığım zaman çoktu şu son birkaç hafta. Bazen düşüncelerimin, hislerimin, benliğimin kabul görmediğini düşünüyordum bu dünyada, o yüzden ağlıyordum. Bazen ise sahip olduklarımı düşünüp şükrederken, o kadar şanslı olmayanları düşünüp ağlıyordum. En azından farkındaydım ve tüketici kişiliğimden gittikçe uzaklaşıyordum. İçimden geleni yaptım. Etkisi nedir? Sevmediğim şeyleri neden yapmamam gerektiğini görüyorum. Hayali hep düz bir mutluluk çizgisi olan Zehra, çabalıyordu. Bazen keskin değişimler oluyordu grafiğimde, negatif. Artık belli, belirsiz. Yine üzülüyorum, yine sinirliyorum ama anahtar kelime çabalıyorum.

Belli bir zaman diliminden sonra yeni bir film izledim. Hem de ağustos ayında yazdığım "Zea'nın İzlenecekler Listesi" yazısındandı. Loin Des Hommes (Far From Men/ İnsanlıktan Uzakta), Viggo Mortensen ve Reda Kateb'in başrollerini paylaştığı, Albert Camus tarafından yazılmış Konuk adlı kısa hikayeden uyarlanmış 2014 yapımı bir film. Film müziklerini Nick Cave ve Warren Ellis ikilisi yapmış. Sevdiğim bir çok şeyin kombinasyonu olmuş. Film izleyicisini etkiliyor ve bence sinematografinin en iyisi! Gördüklerinize hayranlıkla bakmamanız, ekrana yaklaşmamanız elde değil. Viggo Mortensen'in Fransızca'sına bayılacaksınız, ga ran ti. Digitürk üyesiyseniz Moviemax Festival kanalı uzunca bir süre gösterecek, internetten yayın akışını inceleyin derim.

Anlatacağım bir süürüü konu birikti. Umarım anlatacak enerjiyi, determinasyonu bulurum. Herkese sevgiler!


19 Kasım 2015 Perşembe

Sayılı Gün Çabuk Geçer

İzlediniz mi bilemem tabi, ama kendini büyük bir Nick Cave hayranı olarak tanımlayan ben biopic niteliğinde olan 20,000 Days on Earth'ü seve seve birçok kez izledim. Yine de kendisini sevmeyenlere, ya da hayatını detaylı bilmeyenlere sıkıcı gelebilir.

Konuyu bağlayayım, sonlara doğru Nick hayatımın en güzel laflarından birini ediyor. "All of our days are numbered. We cannot afford to be idle. To act on a bad idea, is better than to not act it all…because the worth of the idea, never becomes appearant until you do it. Sometimes this idea can be the smallest thing in the world. A little flame that you hunch over and cup with your hand and pray will not be extinguished by all the storm that hauls about it. If you can hold on to that flame, great things can be constructed around, that are massive and powerful and world changing. All held up by the tiniest of the ideas."

Bazen yaşadığım olayları bir işaretler dizini olarak kabul ediyorum. Hepsi bu ana çıkıyor. Bütün o bir şeyler yapmayışlar, yataktan kalkamayışlar, rüyaların tırt olması, bıkkınlık hisleri buna çıkıyor. Sayılı günler yaşadığımı kabul ettim son iki gündür. Nick'in bu sözlerini motto olarak kullanacaktım artık. Her saniyeye ayrı bir anlam yükleyecektim. Kendime minik hedefler koydum. 

Blog ile ilgilenecektim ve insanlara ulaşmaya çalışacaktım. Hayattan aldığım dersleri bir on yedilik olarak en iyi buradan anlatabilirim çünkü. Sinir krizleri normal, anksiyete normal, depresyon normal. Herkes yaşar. Stabil bir mutluluk çizgisi çizmek çoğu günler için mümkün değil. Beraber aşarız diye düşündüm. Davranışlarıma çeki düzen vermeye, zamanı bir lütuf olarak görmeye başladım. Uzakta olan arkadaşlarımla sohbet ettiğim, ailemle keyifli çay saatleri yaptığım, sevdiğim sevildiğim bir zamanın hayalini kurdum. Gerçek olmasına karar verdim. Perşembe günleri insanı oldum. Hafta sonlarını beklememeye, hayatı kendimden uzaklaştırmamaya karar verdim. En iyi insan her günün, her saatini, her saniyesini yaşayandır dedim. 

Uzun lafın kısası, çok pozitif, çok motivasyon dolu bir yazı oldu. Bir süre boyunca her gün dünya üzerime çöküyormuş gibi hissedip ağladım. Hem kendime ağladım, hem de diğer insanlara. Çok acayipti. Karanlık bir ruhun gölgesinde yaşadım azıcık. 


Yayınlamaktan da emin değilim şu yazıyı. Güzel yazamadım. Ama point kesin, all of our days are numbered, we cannot afford to be idle.

İyi akşamlar! :)

*Yani ben bunun üzerine biisssürüüü yazı eklerim, bu karmakarışık olanı görmezden geliriz, hah?:)

15 Kasım 2015 Pazar

There is still h o p e

Ben inanıyorum.

Şu bulduğum güzel editler, umutsuzluğunda boğulan (sınav olur, dünyanın hali olur, psikolojik sorunlar olur, her şey) tüm herkese gelsin.

Yüzüklerin Efendisi sevin, sevdirin.




10 Kasım 2015 Salı

the destructive character - a playlist (#4)

rewarding the destructive character, all the muses that exist i've made a playlist consisting of nick cave, rowland s. howard (+ lydia lunch), mick harvey and einstürzende neubauten.

rowland s. howard- the golden age of bloodshed
lydia lunch- some velvet morning
the birthday party- deep in the woods
nick cave & the bad seeds- i let love in
rowland s. howard- dead radio
einstürzende neubauten- ich bin das letzte biest am himmel (1990, live at düsseldorfer philipshalle)
einstürzende neubauten- blume (english)
mick harvey- photograph
the birthday party- shivers
rowland s. howard- (i know a girl called) jonny
nick cave & the bad seeds- loverman
mick harvey- i don't want you on my mind
einstürzende neubauten- bakterien fuer eure seele
einstürzende neubauten- letztes bild
nick cave & the bad seeds- give us a kiss
rowland s. howard- autoluminescent

all of these songs are available on spotify. i don't guarantee that you'll like them though.






9 Kasım 2015 Pazartesi

Özetlersek

Einstürzende Neubauten şarkıları, Louise Belcher tarafından özetlenmiş şekilde:



Nick Cave & The Bad Seeds şarkıları, Gene Belcher tarafından özetlenmiş şekilde:



Rowland S. Howard şarkıları, Tina Belcher tarafından özetlenmiş şekilde:



/kaynak tumblr/

5 Kasım 2015 Perşembe

Nick Cave x Susie Bick


“The first time I saw Susie was at the Victoria and Albert Museum, well, she came walking in and all the things I had obsessed over for all the years, pictures of movie stars: Jenny Agutter in the billabong, Anita Ekberg in the fountain, Ally McGraw in her black tights, Barbara Eden and Elizabeth Montgomery and Abigail, Miss World Competitions, Greta Garbo and Jennifer Jones and Bolshoi ballerinas and Russian gymnasts, Botticelli and Francois Boucher’s The Birth of Venus, the young girls at the Wangaratta pool lying on the hot concrete, all the stuff heard and seen and read and felt, Caroline Jones dying in Elvis’ arms, Jackie O at the funeral, Tinker Bell trapped in the door, Bert Stern’s final Monroe photos, all the continual never ending drip feed of erotic data, the great and the small came together at that moment – collided in one great big crash bang and I was well lost to her. And that, as they say, was that.” 

4 Kasım 2015 Çarşamba

Ritim Ve On Birler

Hayatın belli başlı ritimleri diğerlerinden ayırınca daha iyi olduğunu düşünüyorum. Aynısı bazı filmler, hisler, hava durumları için geçerli. Şuan mesela Einstürzende Neubauten- Letztes Bild dinliyorum ve uzun zamandır dinlediğim en huzur verici ritimlerden birine sahip olduğuna kalıbımı basabilirim.

Size hayatımın muazzam olduğu anı anlatacağım, zor bulduğum bir üçlemeye lütfen dikkat verin. Okumak üzere olduğum kitap en sevdiğim yazardan. Kitabın sinema uyarlamasının başrolünde ise en sevdiğim aktör var. Tüm bunlar yetmemiş olacak ki, filmin müziklerini en sevdiğim sanatçı yaptı. Bu evrenin senin için bir araya geldiğini gösteren unsurlardan biri değil midir? Bu evrenin önüne bir sürü on bir dizmesi değil midir? Ben işte böyle anlar için yaşıyorum. Bunların farkına varılması gerek, bunların çözülmesi gerek.

Geçen gece miydi neydi, çocukluğumdan beri sevdiğim Signs'ı izledik annem ve kardeşimle. Siz film izlerken nasılsınız bilemem ama ben oyuncuları, yapımı, did you know? kısımlarını, yapım hatalarını incelemekten keyif duyarım. İzledikten sonra da eleştirileri genelde okurum. Signs için yapmamıştım bunu, çok ilginç. Direk filmi yazı mı yapsam da isteyen spoiler'a doya doya okusa diye düşündüm birden o yüzden evet evet başka yazı.

Ben sabah playlisti mi yapsam acaba. Sonbahar sabahları normal sabahlar gibi değilmiş, onu tecrübe ettim. Akşamları da aynı şekilde, değişik ritimler istiyor.

Bugün sürekli blogdayım, hadi hayırlısı :)

Yazdık sonra kafama dank etti de, okumak üzere olduğum kitap diyorum ama hiç başlayamıyorum yine bir sürü kitap birikti. Bu sefer okuyacağım. Çok heyecanlandım.


Jeoloji okumak istemeseydim ve güzel çizen, vizyonu olan biri olsaydım kesinlikle mimarlık okumak isterdim. Tasarıma hayranım. Güzel tasarıma ölebilirim. Bir sonraki yazıda kısmet olursa, iç ve dış mimaride beğendiğim örnekleri paylaşacağım ^^

2 Kasım 2015 Pazartesi

"They do not see what lies ahead, when Sun has faded and Moon is dead."