26 Haziran 2018 Salı

Hayalleme

Takip ettiğim bloggerların aktif oldukları zamanlardı, Eylül arada gelir sevdiği illustrationları bizlerle paylaşır ve onlar üstünden ortamların hayallerini kurmama sebep olurdu. Bayılırdım! Her yazıda bahsini ederim ya hani gap year da gap year diye.. gap year benim için hayalleme yılıydı. Sürekli kafamda kendimi bir evin içine yerleştirirdim. Yoldan ve insandan uzakta, ocakta çayımın kısık ateşte vaktini ala ala demlendiği bir ev.

Sabahları bu evde aylaklık yapardım, büyük yatağın içinde kediciklerle yuvarlanırdık. Temiz bir havaya uyanırdım ve kocaman bir terasım olurdu, dışarıda da eski bir koltuk. Kahvem ve kitabım, sabah serinliğinde kendimle baş başa.

Yine aylakça gezinirdim daha sonra. Bahçede, ormanda.. dolanırdım öyle birkaç saat. Yanıma köpekleri de toplardım, oyunlar oynardık. Adaçayı toplardım, yemeğime kullanacağım malzemeleri de bahçede yetiştirdiklerimden bulurdum. Tariflerden gitmezdim mesela. Hislerime yoğunlaşırdım, ölçüsüz ve beklentisiz.

Seneler önce bir öğlen vakti adada bulup aldığım o el emeği tabağa koyardım yemeğimi. Yanına da tatlı bir şarap açardım. Belki yine bir öğlen vakti adada bulduğum el yapımı mumluğu masanın üstüne koyar, tekli beyaz bir mumu kibritle yakardım. Kendimle akşamın o serin ve tatlı havasında yemek yerdim.

Ah, düşününce insan kayboluyormuş. Hayalleme yapmak için geldiğimi biliyorum ama kendimi yalnız düşlemeyecektim.

here-lies-taylors-reputation:
““He came. He left. Nothing else had changed. I had not changed. The world hadn’t changed. Yet nothing would be the same. All that remains is dreammaking and strange remembrance.” — CMBYN, André Aciman
”



thisivyhouse:
“Delightful garden room
”



skygrl:
“ more weird light in my room
”

Böyle şeyler işte. ne biliim ben.



24 Haziran 2018 Pazar

Adet

Her şeyden bir adet. Çiçekli çay bardağından bir adet, kirazlı salata tabağından bir adet, bir adet emaye tencere... bir adet bir şey. Özgün ve övülmeye değer.

İkinci el dükkanları, kırıkları tamir etmek, geri dönüştürmek, dikmek ve sökmek böyledir belki. Takas etmek, bahçenden uzattığın kabak çiçeklerine karşılık bir saksı balkon çiçeği almak.. Dev bir playlist yapınca en gereksiz isimleri bir araya toplamak gibi şeyler.


16 Haziran 2018 Cumartesi

dinledim, izledim, okudum #2

Dinledim

Ben Howard- Noonday Dream albümü
Sertaç Özgümüş'ün Şahsiyet dizisi için yaptığı müzikler
Mashrou' Leila- Ibn El Leil  albümü
Yüzyüzeyken Konuşuruz- Akustik Travma albümü, Dinle Beni Bi' parçası

bir de geç saatlerde hunharca tekno müzik dinlemeye başladım ama bişşi diyemiiiycem :( guilty pleasure..

İzledim

mother!



Kaotik filmleriyle bildiğim Aronofsky'nin, benim için, en güzel ikinci filmi (birincisi Pi). Oldukça muazzam bir şekilde işlenmiş Hristiyanlık mitolojisi, doğa ve ev, ilham ve tıkanma. Ayrıca Jennifer Lawrence şahaane. Neden hem Javier Bardem, hem de Jennifer Lawrence Razzie's adayı oldular bilmiyorum.

The Fountain

Aronofsky'nin en manasız, en haz etmediğim, en olmamış filmi. Sanki yarım kalmış ve gereksiz ajitasyonlu. Boğucu, ağlamaklı cart curt. Rachel Weisz İspanya kraliçesi olarak çok güzel olmuş sadece, hepsi bu. Tek güzel yanı bu. Aaaa resmen nefret etmişim filmden.

The Big Sick



Arkadaş tavsiyesi ile izlendi. Kumail Nanjiani ile tanıştırmış oldu. Tatlı! İçtenlikle anlatılmış, güldürmeli, ağlatmalı bir film. Rahat akıyor. Ayrıca Kumail ve eşinin ilişkilerinin gerçek hikayesi. Beraber yazmışlar, Kumail kendisini oynarken eşini Zoe Kazan canlandırmış.


The Shining



Utanarak söylüyorum bugüne kadar izlediğim tek bir Kubrick filmi oldu. O da Eyes Wide Shut ve izlerken hiçbir şey anlamadım. Bakışlar, ürkütücü arkaplan sesleri, renkler, Shelley Duval. Çok sevdim!


Ahlat Ağacı

Altı kişi girdiğimiz sinema salonunda 188dk sonunda sadece sevgilim ve ben kaldık. Sadece sonu için bile o 188dk tekrar tekrar geçirilebilir nitelikte. Diyaloglar uzun, diyaloglar güzel. Bunu da utanarak söyleyeceğim, izlediğim ilk Nuri Bilge Ceylan filmi.

A Quiet Place



Kulaklar için sinema. İzlerken hislere odaklandım. Dokunma hissine özellikle. Yemeğin sessizlik için ritüelleşmesi, parmaklarda hissedilmesi. Dökülen toprağa tüm nezaketi ile dokunan ayaklar.. Acı, mutluluk ve sessizlik. Farklı bir sci-fi, post-apocalyptic türe benziyor.


Les quatre cents coups

365filmsbyauroranocte:
“ -Les quatre cents coups (François Truffaut, 1959) vía: ozu_teapot
-Ako (Hiroshi Teshigahara, 1965)
”

Jean- Pierre Léaud! Küçük haylaz. Zevkle izledim, devamı varmış onları da en kısa zamanda görmeyi umuyorum. Bu da ilk Truffaut.

L'avenir

Isabelle Huppert asla hayal kırıklığına uğratmaz.

Gegen die Wand

Türkiye gerçekleri, bilmemkaç.

freshmoviequotes:
“Head-On (2004)
”

Louder Than Bombs

Isabelle Huppert asla hayal kırıklığına uğratmaz 2.

Busanhaeng

Güney Kore'nin World War Z'i gibi bir film, ama daha güzeli.

Call Me By Your Name

hirxeth:
““We wasted so many days. Why didn’t you give me a sign?”
Call Me by Your Name (2017) dir. Luca Guadagnino
”

Luca Guadagnino estetik anlayışını gözümüze gözümüze sokuyor. Timothée Chalamet hissederek ve bizlere de hissettirerek can veriyor André Aciman'ın Elio'suna. Sufjan Stevens ise o naif şarkılarıyla eşlik ediyor. Visions of Gideon dinleyip de duygulanmayan bizden değildir... İlk izlerken o kadar etkilenmemiştim, zamanla sindirdim.

Get Out



Bu sene Oscar ödüllerinde favorim kendisiydi. Diyecek hiçbir şeyim yok, EF SA NE.

Breathe In

hirxeth:
“”I’ll miss you if you ran away.“
“I’m not running away.”
Breathe In (2013) dir. Drake Doremus
”

hirxeth:
“”I’ll miss you if you ran away.“
“I’m not running away.”
Breathe In (2013) dir. Drake Doremus
”

Drake Doremus'un Like Crazy filmi beni yakıp yıkıp, kaldırıp bir daha yakıp yıktığından ve ben de kendisine işkence çektirmeyi seven bir değişik olduğumdan mütevellit izlediğim film. Dustin O'Halloran müthiş bir composer. Summer Waltz replay'de bırakılıp dinlenilesi. Dingin bir film, çok beklentiniz olmamalı izlerken. Vakit geçirmek için ideal.

Okudum

Paul Lafargue - Tembellik Hakkı

Gaia Dergi'nin internet sayfasında dolanırken denk geldiğim bir yazıda keşfettim. Aklımın bir köşesine öyle güzel bir şekilde kazımışım ki baya ay sonra sevgilimin odasında görünce hemen sahiplendim.

Lawrence Durrell - Bitter Lemons of Cyprus



Bilenler bilir, iki senede bitirdim. Kütüphaneden defalarca ödünç alarak, farklı basımlarına dokunarak, farklı şehirlerde okuyarak bitirdim. Adaya olan aşkımı daha delice bir hale getiren kitap oldu. 50lerin başında burada olmayı çok düşledim, biraz daha belki de gerçekten kendimi 50lerde bulacaktım.


Şuan okuyorum

Zubritski, Mitropolski, Kerov - Kapitalist Toplum

Yine sevgilimden aldığım bir kitap. İyi gidiyor, akıcı ve oldukça düzenli bir anlatımı var.

12 Haziran 2018 Salı

Zırdeli Veganlar


   Eskiden veganları bırak vejetaryenler benim için zırdeli insanlardı. Nasıl olurdu da bir insan Cumartesi akşamı kuyrukyağı bol şiş kebap yemezdi, nasıl kfc tarzı tavuk yemezdi? Çok şey kaçırıyordu bu insanlar. Duygusaldılar, gereksiz duygu sömürüsü yapıyorlardı ve her şeyden önemlisi düşüncelerini bizlere dayatıyorlardı. Sonra bir ton belgesel izleyip, araştırmalar, beslenme kitabı vesaire okuyunca ben de bu zırdelilerden oldum. Zırdeli olunca da yine bazı veganlar zırdeliydi benim için. Mesela yanlarında hayvansal ürün tükettirmeyen, plastik paketlerdeki hayvan parçalarını görünce gözyaşlarına boğulan, pişirilen hayvan kokusundan midesi bulanan veganlar hep çılgındılar. Sonuçta bu kendimizin aldığı bir karar değil miydi? Hayvanları sofralarımızdan, giyimimizden çıkartmayı biz kendimiz kararlaştırmamış mıydık? Bu veganlar karşılarındakini de veganlıktan soğutmuyorlar mıydı? Aylar geçince anladım, ben de delilerdenmişim. Bir yaz akşamı ben yine sebzelerimi sömürüsüz hayatımın getirisi olan mutlulukla yemeğe hazırlanırken sofraya büyük bir tepsi fırınlanmış çipura balıklarından getirildi. Babamın veya annemin beni azarladığı zamanlar haricinde belki de ilk defa yemeği kimseyle göz kontağı kurmadan, masada ne var ne yok bakmadan yedim. Tabağımın kenarındaki desenleri incelemekten yorulmuştum. Belki de biraz üzülmüş, hayal kırıklığına uğramıştım. Bizimkiler de anlamışlardı, babam “Neden yemediğini biliyorum! Balıklar, değil mi?” diye sorunca bir şey demek istemedim. Deliliğe mana getiremedim bir süre. Bencilce miydi bu? Insanları yedikleri “yemeklerden” de mi alıkoyuyordum artık?

   Değişmişim. Hayvanları yiyecek, giyecek, sömürülecek objeler olarak görmekten çıkarmıştım. Belki de bunu ilk defa o gün anladım. Aylarca veganım diye geçindikten sonra ilk defa o akşam vegan oldum ben. Veganlık bitkisel sütler değildi, tofu, blender kullanmayı öğrettiren smoothieler hiç değildi. Veganlık hayvanların yaşam haklarına saygı göstermekti. Soframdaki balığın en az, eğer benden fazla değilse tabii, yaşamaya hakkı olduğuydu. Şimdi arası ince halkalar şeklinde dilimlenmiş soğanla, sarmısaklarla, pulbiber, kekik ve biberiye ile “süslenmiş” bu canlı bir zamanlar denizde özgürce dolaşan bir canlıydı. Onu ortamından koparan balıkçı kadar, marketten satın alan ve önümüze yerleştiren ailem de suçluydu. Bu düşünceyi destekliyorlardı.

   Niye bu kadar sinirlendim ki peki? Onu da yatağımda uzanırken anladım. Veganlıktan bihaber kişilere kızmıyordum, bunu nasıl yapabilirdim zaten, aylar evvelinde belki de ben de şu yukarıdaki düşüncelere sahip değildim. Benimle o Çatalköy’deki evimizde 20 senedir beraber yaşayan, son ayları ise her gün veganlık nedir ve ne değildir diye konuşan, yapıcı bir şekilde tartışan aileme kızgındım. Bile bile türlü türlü sebzeler, meyveler ile donatılmış masamıza ölü hayvanlar getirmelerine kızgındım.

   Aradan kısa zaman geçti ve ben üniversiteye başladım. Başlarken aklımdaki ilk düşünceler eğitimime yönelik değil, veganlığıma yönelikti. Nasıl beslenecektim? Veganlığıma saygı duyulacak mıydı? Hiçbir kimsenin vegan olmasına yardımcı olabilecek miydim? Benim gibi düşüncelere sahip arkadaşlar edinebilecek miydim?

   Çok dalga geçildi. Hiç anlaşılmadı. Herkes en az bir defa “bir kerecik yesen bir şey olmaz” diyerek hayvansal içerikli bir şeyler uzattı.

   Tek başıma yemek yedim çünkü yediklerim “yemekten” sayılmadı. Proteini nasıl alıyordum, yediklerim yetmiş miydi şimdi, (önlerindeki hayvansal içerikli yemekleri göstererek) bu yenmezmiş miydi şimdi?

   Aylarca muhabbet ettiğim, bir evi paylaştığım, belki arkadaşlık belki romantik hislerimi paylaştığım insanlar gelip geçti, hepsine en baştan hayvan haklarını anlattım. Ya kimse peynirden, sütten, yoğurttan, biftekten, insert herhangi bir hayvan parçası/ hayvanın salgısı) vazgeçmek istemedi ya da onlar da vej/ vegan olacaktı hazırlık sürecindeydiler. Canım Melisa’cığım hariç kimsecikler vejetaryen olmadı, kimse hayvanların yaşam haklarına bir öğünlük damak zevkine verdiği değeri vermedi. Hayvanlar özgürlüğü değil, sofralarında fetişize edilmeyi hak ediyorlarmış sanırsam.

   Ben yine kızdım. Hemen vegan/ vej olmadıkları için değil, aylarca bu bilgileri edinip hayatlarına sokamadıkları için kızdım. Her ideolojiyi sömürebilme yeteneklerine, hayvan hakları felsefesine mesafeli oluşlarına kızdım. “Ah çok mantıklı, ben de artık vegan/ vej olacağım!” deyip de olmayanlara kızdım.

   Göreceli olarak fakir bir vegan olarak bunun lüks sayılmasına kızdım. Insanlara bunu dikte ediyor olduğum ithamına kızdım.
   
   Kimse kimseye “çocuk istismarı bir tercihtir, kimseyi senin gibi olmaya zorlayamazsın isteyen istismar eder isteyen etmez” demiyor. Yine kimse kimseye “faytonlar çok iyi ya, kimseyi fayton zevkinden edemezsin” demiyor.

Türcüyüz.

Neden?

   Artık zırdeli bir veganım. Iki yıldan fazla süredir veganlığı anlattığım kişilerin yanımda hayvan ölüsü yerken zevkten inlemesini, kimsenin yanımda hayvan yemesini istemiyorum. Sömürüye, cinayete, istismara saygım yok. Sizlere de saygı borcum yok.

*he bir de şey, aklıma geldi. Bir zamanlar Muharrem İnce eril dil kullanınca haklı bir şekilde eleştirilmişti ama bunu mantıksız bulanlar vardı. Twitter’da biri yazmış ki “bunu eleştirmek gezi ihtiyaç listesine vegan pide yazmak gibi bir şey”. Aynı anda birden fazla şeyi savunabiliyorsunuz. Hayvan hakları diğer savaşlarımızdan daha önemsiz değil.

Saygılar ve sevgiler artık bu yazımı nerede yayınlayacaksam ve bunu kimler okuyacaksa.